Risale-i Nur ve Hz.Hasan mesleği

İslâm tarihine baktığımızda kuvvet ve şiddeti yöntem olarak seçmiş hiçbir hareketin başarılı olamadığını görüyoruz. İslâmı temsil ve dine hizmet iddiasıyla ortaya çıkan, maddî iktidarı ele geçirmeyi ana hedef olarak seçen bu akımların, dine fayda yerine zarar verdiği; gerek dünya ve gerekse Türkiye pratiğine, gerekse bizzat bu tarz hareketlere öncülük etmiş olanların itiraf ve şahitliği ile sabittir.

Bu çalışmamızda, dine hizmet ve irşadı kendisine misyon olarak seçen, gerek fert ve gerekse fertlerden oluşmuş çeşitli yapılardaki toplulukların bütün mesailerini ferdi esas alan “iman hizmeti” üzerine yoğunlaştırmaları gerektiği hususunda, Hz. Hasan’ın, halifelikten feragat etme tavrı örnek olarak gösterilmektedir. Bu tavrın mirasına sahip çıkan ve günümüzde bu misyonun yaşayan pratiği olarak ifade edebileceğimiz Risâle-i Nur hizmet metodu ile uyumluluğu, Risâle-i Nur metinlerine baş vurularak delillendirilmeye çalışılmaktadır.

***

Osmanlının meşhur tarihçi ve şairlerinden İbn Kemal, Yavuz Sultan Selim’in vefatı vesilesiyle yazmış olduğu mersiyenin bir yerinde saltanat döneminin kısa sürmesine rağmen az zamanda çok işler başardığına telmihen şu beyti kaleme almış:

Az müddetde çoğ iş itmişdi / Sâyesi olmuşdı âlem-gîr

Şems-i asrdı, asırda şemsin / Zıllî memdud olur zamanı kasîr1

Bu sözler, Yavuz Sultan Selim’in nispeten kısa süren saltanat döneminin fütuhat ve maddî etkilerini çok güzel ifade eden sanat harikası sözlerdir. Şayet Hz. Hasan’ın, Yavuz’un saltanatının o­nda birinden bile kısa süren kısacık hilâfetinin ve bu hilâfetten feragatinin ümmet içerisinde vesile olduğu manevî fütuhat anlaşılabilse, yukarıya aldığımız beytin aynısının, hatta daha mükemmelinin Hz. Hasan için söylenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Zira Yavuz’un maddî ve coğrafî sahada sağladığı ümmet birliğini, Hz. Hasan kalbî ve manevî sahada sağlamıştır.

Hatırlatma kabilinden Hz. Hasan hakkında kısaca bir malûmat verdikten sonra asıl mevzumuza devam edeceğiz.

Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın büyük oğlu (H.3-49/M.625-669) olan Hz. Hasan, Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı’nda babasının yanında bulundu. Babasının 661 yılında şehit edilmesinden sonra Kufeliler o­na biat ederek halife olarak tanıdılar. Bunu haber alan Hz. Muaviye kendisine karşı bir ordu hazırlattı. Hz. Hasan, Müslüman kanının akmaması ve kendi safında yer alanların savaşa karşı isteksizliğinin de etkisiyle bazı şartlar mukabilinde hilâfeti Hz. Muaviye’ye teslim etti.2

İslâm tarihine H. 41/661 yılına bu antlaşmadan dolayı birlik yılı anlamına gelen “amü’l Cemaa” denilmiştir.3 Böylece kendi taraftarları içinde yer alan Haricilerin görüşlerini benimseyen bir grup ile kardeşi Hz. Hüseyin’in muhalefetine rağmen, Hz. Muaviye ile anlaşarak, Hz. Peygamberin işaret ettiği gibi4 Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti. Hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. H. 49/M.669 tarihinde vefat etti.5

Hz. Hasan’ın halim, selim, cömert, sakin, vakarlı, barış yanlısı, siyasî beklenti ve menfaatlerden uzak kalabilmiş farklı bir kişilik sergilediği kaynaklarda yer almaktadır.6 Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamberin neslini günümüze kadar devam ettiren iki şahsiyetten biridir.

Risâle-i Nur’da, Peygamber Efendimiz’in, (asm) küçüklüklerinde Hz. Hasan ve Hüseyin’e gösterdikleri olağanüstü şefkat ve büyük ilgi, dedenin torununa olan zaafı türünden sıradan, beşerî bir sevgi olmadığı belirtilir. Bu sevginin Peygamberlik vazifesinin nuranî çizgisinin bir ucunun bunlara dayanması, aynı zamanda, adı geçenlerin peygamberlik vazifesinin manevî mirasına sahip çıkacak olan gayet ehemmiyetli bir cemaatin menşei, mümessili ve çekirdeği olmaları yönüyle olduğu, değerlendirmesi yapılır.7

Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, son derece dikkat çekici şu yorumu yapar: “Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalatu Vesselâm, Hz. Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hz. Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübârekinden, Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylani gibi, çok mehdî-misal verese-i Nübüvvet ve hamele-i şeriat-i Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı Nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş… Evet Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden Şâh-ı Geylani’nin hisse-i azimesi var.”8

Bediüzzaman, “Al-i Aba” ile ilgili bir bahiste, Hz. Peygamberin abasını, içlerinde Hz. Hasan’ın da bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi hadisesinin hikmetini izah sadedinde, Hz. Peygamber’in bu hareketiyle; Hz. Hasan’ı tebrik ettiğini ve barış ile çok mühim bir fitneyi kaldırmakla, şerefini ve ümmete olan büyük faydasını ilân ettiğini Peygamberlik vazifesi noktasında tebrik ettiğini kaydetmektedir.9

Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in “Benden sonra hilâfet 30 senedir.” hadis-i şerifini yorumlarken, Hz. Hasan’ın altı aylık hilâfetini de bu süreye dahil ettiğine dikkati çeker. Haliyle bu ve benzeri Hadis-i şeriflerde, Dört Halife Dönemi ile birlikte Hz. Hasan’ın kısa süren halifeliğinin de makbul olduğuna bir telmih vardır.10

Bu görüş birçok Sünnî ulemâca da paylaşılmaktadır. Şiî kültüründe ise Hz. Hasan, bizzat Hz. Ali tarafından tayin edilmiş ikinci imam ve o­n dört “ma’sum-i pâk”ın dördüncüsü olarak görülür.11

Hz. Hasan’ın hilâfetten ayrılmasıyla, İslâm tarihinde “ısırıcı saltanat” dönemi başlamıştır. Bu tarih, maddî kuvvet ve iktidara dayanan “cismanî” otorite ile; feragat, irşat ve hikmete dayanan “ruhanî-manevî” otorite arasında ayrışma ve çatallaşmanın başladığı önemli bir milât, bir dönüm noktası olmuştur.

Bediüzzaman’a göre Risâle-i Nur, hilâfet görevinin en mühimi olan “neşr-i hakaik-i imaniye” de Hz. Hasan’ın görevini devam ettirerek beşinci halife unvanına hak kazanmıştır. Başka bir ifade ile Hz. Hasan’ın altı ay gibi kısa sureli hilâfetini, uzun bir zamana çevirmiştir.12

Hz. Hasan’ın dünya saltanatını terk ederek hilâfetin en önemli vazifesi olan iman hakikatlerinin neşri vazifesinin, Risâle-i Nur’la bütünleşerek aynı çizgiyi oluşturduğunu görüyoruz. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunduğunu ve “onun şahs-ı manevisi, Hz. Hasan’ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmünde olduğunu” beyan eder.13

Hz. Hasan’ın başlattığı, bugün ise Risâle-i Nur’un devam ettirdiği bu çizgi iktidar talebinde bulunulmadan, ferdi esas alan iman hizmetidir. Bediüzzaman bu olayı İslâm siyasî düşüncesini anlayabilmek için bir simge olarak kullanır. Hz. Hasan’ın iktidarı terk ederek zamanını “neşr-i hakaik-i imaniye”ye ayırması Risâle-i Nur’da bilinçli bir tavır olarak algılanır ve günümüze kadar gelen istikametli İslâmî anlayış biçiminin önemli bir örneği olarak sunulur. Bu çizgi, ilk beş halifeden sonra evliyalar, aktablar, müceddidler olarak ifade edebileceğimiz manevî saltanatın mensuplarından oluşmaktadır. Risâle-i Nur bu çizginin son halkası olarak görülmektedir.14

İslâm tarihinde dine hizmet ve dinî hayata hakim kılma amaçlı olarak ortaya çıkan çeşitli anlayış, mezhep ve hizmet ekollerini, yüzeysel ve genel olarak sınıflandırmaya çalışırsak başlıca iki tür hizmet metodunu benimsediklerini görürüz. Bunlardan birincisi; hedefine insanı koyan, ferdi esas alan ve dini hayatına hakim kılma hususunda maddî iktidarı ele geçirmeyi gerekli görmeyen anlayış; ikincisi ise: iktidara endekslenmiş, din adına siyaseti ön plana çıkaran, başka bir anlatımla üst yapı olarak görülen “devleti” ele geçirerek alt yapıyı şekillendirmeyi amaçlayan anlayış şekli.15

Kur’ân-ı Kerim’in ilk nazil olan “Mekki âyetler”inin iman ve ahlâka dair olması, Peygamber Efendimizin “büyük-küçük” cihad tarifi ve müşriklerin vahyin ilk tebliğ yıllarında kendisine teklif ettikleri ‘idarecileri olma’ tercihini ellerinin tersi ile teperek, tebliğ ve irşad vazifesinde bile idarecilik konumundan ve avantajlarından istifadeyi düşünmemesi gösteriyor ki, nebevi yol ve Ehl-i Beyt çizgisi ve haliyle Hz. Hasan’ın mesleğini kendisine rehber edinen Risâle-i Nur anlayışı, ferdi ön plana alan hizmet metodudur.

Siyasî önderlik anlamındaki halifeliğin Ehl-i Beyt’te kalmayacağı hususunun Hz. Hasan’a malûm olduğunu Hz. Hasan’ın vefat edeceği esnada kardeşi Hz. Hüseyin’e yaptığı tavsiyesinden anlıyoruz. Bu tavsiyesinde, Allah’ın nübüvvetle hilâfeti, kendilerinde (Ehl-i Beyt’te) bir araya getirmeyeceğine dair düşüncesini o­na söyleyerek, hem yazımızın girişinde kısmen değinilen kendi barışının izahını yapmak istemiş, hem de kendisinden sonra kardeşinin herhangi bir harekete girişmesine engel olmak istemiştir.16

En fazla lâyık olanlar o­nlar (Ehl-i Beyt) olduğu halde neden maddî kuvvet ve yetki anlamındaki hilafet ve saltanatın o­nlarda kalmadığı sorusuna Bediüzzaman tarafından verilen cevap, konumuza ışık tutması açısından son derece anlamlıdır.

“Dünya saltanatı aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, İslâm hakikatlerini ve Kur’ân’ın hükümlerini muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hülefa-i Raşidin ve Ömer İbn-i Abdulaziz’i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi çok mükemmel bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Daha sonra Fatımi Hilâfeti, Muvahhidin Hükümeti ve Safevi Devleti’ni örnek göstererek dünyevî saltanatın Al-i Beyt’e yaramadığını ve asıl vazifeleri olan, dinî muhafaza ve İslâmiyet’e hizmeti o­nlara unutturduğunu, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve mükemmel bir şekilde İslâmiyet’e ve Kur’ân’a hizmet ettiklerini şöylece misallendirir: “Hz. Hasan’ın neslinden gelen aktablar; hususan aktab-ı Erbaa17 ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdulkadir-i Geylani ve Hz. Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Ceddi emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler.”18

Bediüzzaman, yine bu konu sadedinde Hz. Ali ile ilgili, fevkalâde iktidarı, mükemmel zekâsı ve yüksek liyakatı ile beraber kendisinden önceki halifelere nispeten, siyasî açıdan görülen muvaffakiyetsizliğine yönelik olarak, sorulan bir soruyu, hikmet bakış açısıyla şöyle cevaplandırır: “O mübarek zat siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi, şayet siyasette tam muvaffak olsaydı şah-ı velâyet unvanını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zahirî ve siyasî hilâfetin çok üstünde manevî bir saltanat kazanmış ve bu saltanatı kıyamete kadar baki kalacak.” 19

Hz. Muaviye döneminden itibaren ehl-i hakikatin kahir ekseriyetinin iktidara karşı mesafeli durduğu, iktidara ve saraya yakın durmanın ümmet nazarında değer düşürücü bir etkiye sebep olduğu gerçeği “kurb-u sultan ateş-i suzandır” sözüyle adeta vecizeleşmiştir. Bediüzzaman, birçok âlim ve ediplerin zekâvetlerinin verdiği bir hırs ile idarecilerin kapısında görünmelerini iktisat ve izzetle bağdaştırmayarak, o­nları zarif bir şekilde tenkit etmektedir.20

Ehl-i hakikat ile devleti ön plana çıkaran iktidar mensupları arasındaki mesafeli duruşun net bir örneğini dört mezhep imamının tavırlarında da görmek mümkündür. Söz konusu imamların tümü mevcut iktidarların gadrine maruz kalmışlardır. İmam-ı Azam, Emevi sultanlarına karşı olduğu gibi; Abbasiler döneminde de teklif edilen baş kadılık görevini reddettiğinden hapse atılmış ve işkence görmüştür. İmam Malik, hakim zihniyetin beklentisine uymayan bir içtihadı sebebiyle Abbasi sultanı Mansur’un işkencesine maruz kalmıştır. İmam Şafii de iktidar ile iyi geçinememiş kısa süreli bir hapis hayatından sonra siyasî iktidarın bir nevi taşrası sayılan Mısır’da asıl çalışmalarını yapmıştır. Ahmed b. Hanbel’in, Me’mun’un sarayında ciddî işkencelere maruz kaldığı ve bu işkencelerin tesiriyle vefat ettiği bilinen bir husustur.21

İslâm tarihinde, hem ulema hem de tasavvuf erbabının kahir ekseriyetinin, gerek ilmin izzetini koruma ve gerekse siyasilerin güdümüne girmemek için devlet erkânıyla aralarında bir mesafe bıraktıklarına dair bir çok misaller bulmak mümkündür.

Haftaya Hz. Hasan’dan çağımıza uzanan nuranî zincirin son halkası olan Risâle-i Nur ile, genelde Ehl-i Beyt; özelde ise, Hz. Hasan çizgisi arasındaki benzerliklere işaret edeceğiz.

Risâle-i Nur çizgisi ile Ehl-i Beyt çizgisi arasındaki benzerlikler 1- Bediüzzaman’ın şahsi tavırlarında, Risâle-i Nur’da ve bu eserlerden beslenen Nur talebelerinin kahir ekseriyetinde, din adına iktidar talebinde bulunma gibi bir temayüle rastlanmamaktadır. Bu tavrın birkaç önemli gerekçesini söz konusu eserlerden tesbit etmek mümkündür.

a) Dinde inhisarcılığın olmaması: Nasıl ki hava, güneş, deniz, yollar herkesin ortak malıdır, bunlardan başkasının istifadesi engellenemez, öyle de “din”in bir kişi, zümre veya partinin tekeline bırakılması, başkasının istifadesini engelleyen, tereddütlere sebep olan zalimane bir tavırdır. Bediüzzaman, bir kişi veya zümrenin “din”i kendi meslektaşlarına ve taraftarlarına daha ziyade has göstermesi durumunda büyük bir çoğunlukta dine aleyhtarlık meylinin uyandırılmış olacağına dikkati çeker.24

Dinde inhisarcılığın önüne geçmek için Asr-ı Saadet’ten günümüze uzanan nuranî çizgide yer alan Ehl-i Beyt’e mensup mürşitlerin ekserisi, günlük siyaset ve mevcut iktidarla hep mesafeli olmuşlardır. Bu sayede İslâmın güzelliklerini, iman hakikatlerini ırk, renk, coğrafya farkı gözetmeksizin herkese ulaştırabilmişlerdir.

Bediüzzaman, dinin dahilde menfi tarzda istimal edilmemesi gerektiği, “iman”ın mal-ı umumî olduğu, her taifede muhtaçlarının ve sahiplerinin bulunduğu hususları üzerinde durur.25 Din adına siyaset ve ticaretin bir çok zararları görülmüştür. Son o­n yıldaki siyasî gelişmeler ile dinî görünümlü ticarî iflasların din ve dindar imajına ne kadar zarar verdiği bilinen bir husustur.

Nur camiası içinde de iman kardeşliğini, hizmet arkadaşlığını iyi niyetinden şüphe etmediğimiz, ticari ortaklığa dönüştürme teşebbüslerinin hep akamete uğramış ve uğruyor olmasını, zaman içinde araçların amaç haline dönüşmesi gerçeği ile kader-iİlâhî’nin bu cemaati, servet ve iktidar olmadan hizmet ettirdiği Ehl-i Beyt çizgisinde tutma isteğinin yattığı yorumu yapılabilir. Bu yorumumuza Bediüzzaman’ın, Risâle-i Nur’un hiç bir şeye, hatta siyaset-i İslâmiye’ye, İslâm birliği siyasetine dahi alet edilmesinin uygun olmadığı şeklindeki tesbitleri hüccet olarak gösterilebilir.26

Burada dikkate sunacağımız, Bediüzzaman, dünyevî ve siyasî bir proje olan İttihad-ı İslâm fikrine çok ehemmiyet vermekle beraber, bilhassa İkinci Said döneminde iman esaslarının takviyesini daha önemli gördüğü ve bütün mesaisini bu doğrultuda sarf ettiği hakikatidir.

Bediüzzaman, İslâm aleminde maddi fütuhatın zirvede olduğu, ehl-i zahirin gözlerini kamaştıran, meselâ Osmanlı Devleti’nin hakimiyet dönemlerine tekabül eden zaman dilimini, İslâmiyet’in zuhurundan itibaren hicri beşinci asra kadarki zaman dilimine nispeten gerilemeyi ifade eden “mazi” olarak ifade etmesine mukabil; hicri üçüncü asra ve kısmen beşinci asra kadarki zaman dilimini ise örnek alınması, ulaşılması gereken “müstakbel” olarak tarif eder.27

Burada genel kabule aykırı gibi görünen bu değerlendirmenin ve eleştirinin altında yatan ve dikkate verilmek istenen husus şudur: Bütün maddî kuvvet ve hakimiyete rağmen, bu asırlarda hükmeden unsurların, hikmet, adalet-i mahza anlamındaki adalet ve akıldan ziyade; kuvvet, heva, tabiat, müyülat ve hissiyat olduğu, her bir işte velev kısmen olsun istibdad ve tahakkümün varlığı gerçeğidir.28 Burada da Bediüzzaman’ın zahiri bir hakimiyet ve devletten ziyade İslâmiyet’in imanî ve ahlâkî boyutuyla daha ziyade alâkadar olduğunu görüyoruz.

b) Şefkat: Şefkat esaslı bir düşünme ve bakış açısı, din adına iktidar talebinde bulunmayı reddeder. Çünkü; İslâm toplumunda din adına iktidar talebinde bulunmak çatışmayı, çatışma da masumların zarar görmesini netice verir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, adi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.”29 Hakikaten, İslâm tarihine baktığımızda şiddeti yöntem olarak seçmiş hiç bir İslâmî hareketin, muvaffak olamadığına ve adaletin ince çizgisinde kalamadığına bir çok misal vermek mümkündür. Zira zulüm yaparak muvaffak olmak, “adalet-i mahza” bakış açısıyla muvaffakiyetsizliktir. “Mağlûp sayılır bu yoldaki galip” veya “yumurtayı taşa vursan da taşı yumurtaya vursan da kırılacak olan yumurtadır” sözlerine masadak olur. Ehl-i Beyt’in mümessili olan Hz. Ali’nin, Hz. Osman’ın katillerini bulma hususundaki “kılı kırk yaran” hassasiyeti şehadetine mal olmuş olmasına rağmen, o “adalet-i mahza”dan taviz vermemiştir. Nur camiasının, bazı mahfillerce zaman zaman alevlendirilen, sağ-sol, Alevî-Sünnî, Türk-Kürt karşıtlığında asayişi ihlal eden hiçbir çatışmaya müdahil olmaması ve bütün İslâm âlemine örnek olacak şekilde aklı selimi temsil etmesi, Hz. Hasan’dan tevarüs edilen bir hususiyet olsa gerektir.

Siyasî taraftarlık ve kamplaşmanın kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği hastalıklardan birisi de bir kişinin hatası yüzünden o kişinin hasbelkader içinde bulunduğu parti, cemiyet veya milliyetin tümünün suçlanmasıdır. Bu durum ise şefkat sırrına zıt olduğu gibi, aynı zamanda bir zulümdür. Bu hususu nazar-ı dikkate vermek için Risâle-i Nur’da en fazla atıfta bulunulan “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez”30 mealindeki âyet-i kerimedir. Hatta, Bediüzzaman, bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken değil birisinin günahıyla başkasını, aynı kişinin kötü bir sıfatı yüzünden sair masum sıfatlarının bile mahkûm edilemeyeceğini ve o kişiye adavet edilemeyeceğini beyan eder.31

Şefkat esaslı düşünmenin başka bir gereği de iman hakikatlerini muhtaç olanlara hiçbir ayırım yapmadan ulaştırmaktır. Risâle-i Nur’un dört esasından biri olarak kabul edilen şefkatin, annenin çocuğuna olan şefkatinde gözlemlendiği gibi “aşk”ın aksine “yalıtkan” değil, “iletken” bir özelliğe sahip olmasıdır. Yani bir kişi nasıl şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hatta bütün canlılara bu şefkatini yayar.32 Aynen öyle de Kur’ân’a talebe olan bir kimse ayırım yapmadan, herkese iman hakikatlerini ulaştırmak için çalışmalı, iman kardeşliğinin gerektirdiği diğer-gamlıkla hareket ederek imansız yaşamalarına bigane kalmamalıdır.33 Tarih boyunca Ehl-i Beyt’in ana misyonu maddî iktidarı elde etmekten ziyade, iman hizmeti üzerinde odaklanmıştır. Günümüzde de Risâle-i Nur hareketi bu misyonu devam ettirmektedir.

c) Terbiye-i İslâmiye’nin zedelenmesi: Din adına iktidar talebinde bulunma yolundaki engellerden birisi de, Nur Külliyatı’nda “terbiye-i İslâmiye’nin zedelenmesi” olarak ifade edilmektedir. Hz. Hasan’ın hilâfeti Hz. Muaviye’ye terk etmesi tavrının arkasında, kendi görüşünü oluşturan unsurlardan vazgeçmesi ve Hz. Muaviye’nin haklılığının kabulü değildir. Bu durum, toplumun, bu unsurları (adalet-i mahza, unsuriyetin reddi, fetvaya değil takvaya taraf olmak…) hakkı ile kabullenecek bir imanî donanımdan uzaklaştığı gerçeğine dayanmaktaydı. Aynı gerekçe Cumhuriyet dönemi için çok daha belirgin olarak mevcuttur. Nitekim Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası’nda, siyasî partilerin tahlil edildiği kısımda, İttihad-ı İslâm Partisi’nin iktidara gelmemesi gerektiği tezini, terbiye-i İslâmiye’nin bozulması, gerekçesine dayandırmaktadır.33

Bediüzzaman ‘a göre “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun.” Şâyet bu irşat metodundan vazgeçilip siyasetin beslendiği ve dayandığı kuvvet yolu ile İslâmiyet hakim kılınmaya çalışılsa nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Bediüzzaman, bu sorunun cevabını da şu şekilde veriyor: Bu durumda, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek topuz, yani maddî kuvvet böyle bir zamanda kalbi ıslâh etmez, küfür kalbe girerek saklanır ve nifaka dönüşür.35

Bu bakış açısı ile değerlendirildiğinde, Risâle-i Nur mesleğinin ve hizmet metodunun, tıpkı, Hz. Hasan’ın yaptığı gibi terbiye-i İslâmiye’yi yerleştirmeye ve iman hakikatlerinin neşr ve inkişafına odaklandığı, kuvvete istinad eden bir siyasî hakimiyeti kurmaktan çok ferd ve cemiyetin imanının kuvvetlendirmesini ön plana aldığı görülmektedir. Risâle-i Nur hizmetinin bu yönü ile de Ehl-i Beyt’in irşat metodu ile kesiştiği, örtüştüğü görülmektedir.

2- Bediüzzaman, I. Meşrûtiyeti sena etmiş, II. Meşrûtiyet lehinde de bizzat nutuk irad etmiştir. Dindar, takvalı ve hatta İslâmcı bir ideolojiye sahip olduğu bilinen II. Abdulhamid’i değil, dinî açıdan hal ve tavırları pek de istikametli olmayan hürriyetçileri desteklemiştir. Bu tercihte, Ehl-i Beyt’in kabul ettikleri “cumhuri” özelliği olan idare tarzının, Emevilerin “millî” özelliği olan idare tarzından üstün görüldüğü hakikatinin yattığı söylenebilir. Yani, meşrûti ve cumhuri yönetim biçimi İslâma saltanattan daha yakındır ki, tercihini bu yönde kullanmıştır.

3- II. Abdülhamit’in büyük yekûn tutan maaş ve bahşiş teklifi, Sait Halim Paşa tarafından teklif edilen köşk, Cumhuriyet döneminde ise yine kendisine sunulan mebusluk, resmi vaizlik gibi resmî vazifeleri Ehl-i Beyt çizgisinde olan selefleri gibi kesin bir dille reddetmiştir.36 Hatta Cumhuriyet öncesinde üyesi bulunduğu “Darü’l Hikmet-i İslâmiye”den aldığı maaşı bedava kitap dağıtmak suretiyle millete iade etmiştir.

4- Saltanatın lağvedildiği, mecliste, siyaset adına dini dışlamak isteyen birinci grup ile din adına siyaseti önceleyen, ikinci grubun siyasî tartışmalarına katılmayarak , “Habbe” adlı Risâlesinin ‘tabiat’ı ele alan “Zeylü’z-Zeyl” kısmını yazmış, çoğu mebusun namaz kılmadığını ve dünyevî bir inkılâbın zihinleri meşgul ettiğini tesbit ederek namaza ve dinin kutsi emirlerine dair beyanname neşretmiştir.37 Bu tavırda da günü birlik iktidar mücadelesi ile değil, Hz. Hasan ve neslinin kendilerine misyon olarak seçtikleri iman meselesi üzerinde odaklandığını görüyoruz.

5- I. Dünya Savaşı’nda insanın en fazla üzerinde titrediği hayatını hiçe sayarcasına düşman gülleleri arasında “İşaratü’l-İ’caz” adlı tefsirini yazması, Şeyh Said’in “cihad” görünümlü dâvetine iltifat etmemesi, hatta o­nu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışması, din ehlini iktidara taşıma fikir ve teşebbüsüne sıcak bakmaması, zihinlerin savaş, galibiyet-mağlûbiyet denklemleri üzerinde yoğunlaştığı aynı zamanlarda o­nu Yeşilay’ın kurucuları arasında görmek, İkinci Dünya Savaşı’nda hocaların ve ehl-i dinin camiyi ve cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşmalarına mukabil, nazar-ı dikkati büyük vazifenin olduğu iman mahalli olan küçük kalp dairesine çekmesi, tek partinin hükümran olduğu ve kendisinin birçok insanî haklardan mahrum bırakıldığı Barla’da ilk iş olarak Haşir Risâlesi’ni telif etmesi, aynı istikametli çizginin kilometre taşlarıdır.38

Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, Haşir Risâlesi’nin çok ehemmiyetli bir belayı def ettiğini, fikir hürriyeti ve I. Dünya Savaşı’nın verdiği sarsıntı vaktinde haşri inkar eden münafıkların, fırsat bulup zehirli fikirlerini açığa çıkarmaya başladıkları bir zamanda “Onuncu Söz”ün tab edilip, bin nüshasının etrafa yayıldığını, bunun neticesinde zındıkların kâfirane fikirlerinin tam kırıldığını ve o­nları susturduğunu beyan etmektedir.39

6- Bediüzzaman dinî hizmetleri devletin himayesine bırakmanın yanlışlığını Münâzarât isimli eserinde belirtir. Koyunları tembel çobana bırakmaktansa bizzat muhafaza etmenin hırsızlar açısından daha caydırıcı olacağı tezini ileri sürer. Siyasî iktidarın değişimi ile dine zarar gelecek vehmini, dinle sağlam bir bağın kurulamayışına, cehalet ve taklide bağlar. Nitekim Said Nursi, tıpkı Ehl-i Beyt imamlarının ve bu yolu esas tutan seleflerinin yaptığı gibi, devletin tahammülsüz, siyasî şartların tamamen olumsuz olduğu devirde ihlâs ve “acz’in kuvveti” ne dayanarak en hummalı iman hizmetini yapmıştır. Bugünkü “kuvvetin aczi” nazarı dikkate alınırsa bu hususun daha da önem kazandığı görülecektir.

7- Risâle-i Nur hareketi, tıpkı Asr-ı Saadet’te ve ilk dört halife döneminde olduğu gibi, yoksulların, avamın, kısaca müstaz’af olarak ifade edebileceğimiz masum ve mazlûm insanların omuzları üzerinde yükselmiş ve şekillenmiştir. Barla’daki saffı evvel hizmetkârların durumu bu hususu tamamıyla ispatlamaktadır.

8- Ehl-i Beyt çizgisinde yer alan mürşid ve imamların ve bilhassa dört mezhep imamının ve özellikle İmam-ı A’zam’ın hayatında müşahede edildiği gibi izledikleri siyaset “muhalif” bir siyasettir.40 Yöneticilerden değil, halktan taraf olmuşlardır. Bu tavrın aynısını Bediüzzaman’ın hayatında da görmek mümkündür.41

9- Tarih boyunca âlimler bütün mesailerini ilme teksif ettiklerinden ve maişetlerini kendileri karşılayamadığından, maddî noktadan idarecilere karşı müstağni kalamamışlardır. Bu husus o­nların en büyük zaaf noktalarını teşkil etmiştir. “Viran olası hanede evlâd-ı iyal var!” sözü, bu zümrenin kalen, çoğu defa da halen, ortak olarak sığındıkları bir mazeret olmuştur. Bu zaafları zalim yöneticiler için bir fırsat olmuş, ilmi ve birçok alimi zulümlerine payanda yapmışlardır.

Bediüzzaman, bu duruma düşmemek için en başta “evlâd-ı iyal”den vazgeçmiştir. Tarihçe-i Hayat’ta, Lâhikalarda ve bilhassa İkinci Mektup’ta ifade edildiği üzere, Bediüzzaman, neşr-i hak için enbiyaya ittiba ile mükellef olduğunu söylemiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Hakim’de “Hakkı neşredenlerin ecrinin ancak Allah’a ait olduğu,”42 enbiyanın insanlardan istiğna gösterdiklerini, ayrıca Yasin suresinde geçen “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun.”43 âyetlerini hüccet göstererek, kendisine rehber ve dayanak yapmıştır. Hayatı boyunca hiç kimseden zekât, sadaka ve hatta karşılıksız hediye bile almadığına dair birçok beyan ve şahitler vardır.44 Hatta İmam-ı A’zam’ın hayatında da müşahede edildiği gibi,45 talebelerinin dahi maişetini temin ederdi.

Söz konusu sırrı muhafaza hikmetiyle olsa gerek, Ehl-i Beyt mensuplarına zekât ve sadaka almanın caiz olmadığı bilinen bir husustur. Ehl-i Beyt mensuplarının sair işlerinin yanında iaşelerini de temin maksadıyla İslâm tarihinde bir çok devletin teşkilât yapısında “Nakibü’l Eşraflık Müessesesi”nin kurulduğunu biliyoruz.46 Risâle-i Nur ile Ehl-i Beyt çizgisinin bu hususta da örtüştüğü görülüyor.

Sonuç :

Nasıl ki, vücut sağlığı, ancak vücudun yapı taşı hükmünde olan hücrelerin sağlıklı olması ile mümkündür. Aynen öyle de fertlerden oluşan bir cemiyetin de, mânevi açıdan sağlıklı ve faziletli olabilmesi için, fertlerin mutlaka sağlam ve içselleştirilmiş bir imanî donanıma sahip olmaları gerekiyor.

Hastalıklı bir vücuda çok kaliteli ve gösterişli bir elbise giydirerek tedavi etmek mümkün olmadığı gibi, üst yapı kurumu olan, devlet ve iktidar kuvvetine dayanarak fertleri istenilen anlamda, imanlı ve vicdanlı hale getirip, dönüştürmek mümkün değildir. Bu tarz hizmet, yukarıda da belirtildiği gibi, Nebevî irşat metoduna ve o­nun Ali Beyt’inin hizmet metoduna, Hz. Hasan çizgisine ve nihâyet Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine uygun değildir.

Peygamber Efendimizin, dâvâsından vazgeçmesi karşılığında, müşriklerin ettikleri, “reisleri olma” tekliflerini reddetmesi; “Mekki” âyetlerin ekseriya iman esaslarına ait olması; Hz. Hasan’ın daha o zamanda iman esasları konusunda fertlerde bir zafiyet görüp, problemin, iktidarı elde etmek veya elde tutmakla hal edilemeyeceğini anlayarak siyasetten uzak bir şekilde, irşad faaliyetlerine başlaması ve o­nu takip eden kutup ve müçtehitlerin aynı yolu takip etmelerinden anlıyoruz ki, sağlıklı bir dini hizmet ancak, iman esaslarının takviyesi istikametinde olabilir. Risâle-i Nur’un bu zamanda aynı metodu kullanarak bu mirasın devam ettiricisi ve bu zincirin son halkası olduğu ileri sürülebilir.

DİPNOTLAR:

1. Az zamanda çok işler başarmıştı, gölgesi bütün âlemi kaplamıştı, o yüzyılın güneşi idi zira ikindi vaktinde güneşin gölgesi uzun olur (ancak) ömrü kısa olur.

2. Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, Şamil Yayıncılık, İstanbul t.y., s. 250-251.

3. Ethem Ruhi Fığlalı, “Hasan” , TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstanbul 1997, s. 283.

4. Peygamber Efendimiz, bir defasında Hz. Hasan’a hitap ederek , “Bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah’ın oğlum vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük fırkanın arasını ıslâh edeceğini umuyorum” buyurmuştu. (Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s. 98)

5. Fığlalı, a,g,m., s. 283.

6. B.Varol, a.g.e., s. 257.

7. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 20.

8. Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 21.

9. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 74.

10. a.g.e., s. 43.

11. Fığlalı, a.g.m., s. 284.

12. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası I, s. 65.

13. a.g.e., aynı yer.

14. Selim Sönmez, Siyasal İslâm, Köprü Dergisi, Güz 2000. S. 72, s. 6.

15. a.g.m., s. 4.

16. B. Varol, a.g.e, .s. 258.

17. Seyyid Abdulkadir-i Geylani, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki (Osmanlıca-Türkçe Büyük Lûgat, TürdavYay.)

18. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 100-101.

19. a.g.e., s. 57.

20. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 19. Lem’a, 7. Nükte.

21. Metin Karabaşoğlu, Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, Köprü Dergisi, S. 58, s. 14.

24. Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993, s. 66. Bu konuya bir örnek: Birkaç yıl önce Türkiye ile diğer devletlerin spor karşılaşmalarında Edirne’den-Diyarbakır’a herkeste bir millî heyecan vardı, Türk milliyetçiliği ile bilinen bir partinin stadyumlarda parti bayrağını dalgalandırması ve bu millî heyecandan parti lehine bir sonucun çıkarılmak istenmesi ters tepmiş, büyük “Türkiye” heyecanı küçük “parti” heyecanına dönüşmüştür. Dinin siyasallaşmasına da bu zaviyeden bakılabilir.

25. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 157.

26. a,g.e., s. 224-225.

27. Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, s. 41.

28. a.g.e., aynı yer.

29. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 260.

30. Fatır Sûresi:18.

31. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 255.

32. Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 35.

33. Said Yargıcı, Şefkat Odaklı İnsan Modeli, Köprü Dergisi, Bahar 2004, S. 86, s. 100.

34. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası II, s. 386-87.

35. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 99.

36. Bu tavır ve duruşun, dört mezhep imamının devletçe teklif edilen vazifeleri kabul etmeyişleri ile örtüştüğü görülmektedir.

37. Karabaşoğlu, a.g.m,. s. 5.

38. Bediüzzaman’ın bu istikametteki tesbit ve zamanlamasının ne kadar isabetli olduğu hususunda aşağıdaki olay sanırım size de ibretli gelecektir. Bediüzzaman, 1927 yılı baharında yazdığı Haşir Risâlesi’ni matbaalarda bastırmak için talebesi Barlalı Bekir Dikmen’i İstanbul’a göndermiş. Bu risâlenin baskı hazırlıklarının yapıldığı aynı ayda İstanbul’da yayınlanan Resimli Ay mecmuası, gençlere, zamanın ileri gelen devlet adamlarına, mütefekkir ve ediplere “Ahirete inanıyor musunuz ?” başlıklı bir anket uygulamış. Dergi bir sonraki sayısında neticeyi açıklıyor: Gençlik ekseriyetle âhirete mutekid (inanmış) olduğu halde, mütefekkirlerimizin çoğu sarahatle söylemekten içtinap etmekle beraber, âhirete mutekid görünmüyorlar. (Resimli Ay Dergisi, 1927 Nisan Sayısı. aktaran Necmettin Şahiner, Haşir Risalesi Nasıl Yazıldı, İstanbul 1997 s. 31.)

39. Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 106.

40. Mustafa İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar, İstanbul 1991, s. 187.

41. Bu hususta geniş bir değerlendirme için bkz. Davut Dursun, Toplumsal Muhalefetin Temsilcisi Olarak Bediüzzaman Said Nursî, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3, İstanbul 1996, s. 628-640.

42. Yûnus Sûresi:72; Hûd Sûresi:29; Sebe’ Sûresi:47.

43. Yasin Sûresi:21.

44. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 118-19; Lem’alar, 136.

45. Muhammed Ebu Zehra (Çev. Osman Keskioğlu), Ebu Hanife, Ankara 2002, s. 43.

46. Bu müessese hakkında daha geniş bilgi için Bkz. Murat Sarıcık, Kavram ve Misyon Olarak Ehl-i Beyt, İstanbul 1997, s. 221-271; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, C. 2, s. 646-48.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*