Risâle-i Nur’dan müsbet Avrupa’ya bakış

Risâle-i Nur eserlerinde toptancı bir bakış yoktur.

Her bir meselenin müsbet ve menfî esasları noktasından değerlendirmeler yapılır. Fenâ ve fâni bir adamın güzel bir sözü Risâle-i Nur satırları arasında yerini alırken, bir insanın on fiilinden bir masum fiilî de nazarlardan kaçırılmaz ve ademe mahkûm edilmez. Hatta meslek ve meşrepler değerlendirilirken “Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır.”1 tesbitleri de çok manidâr olarak Risâle-i Nur satırları arasında yerini almıştır.

Bizler de bu mânâda Risâle-i Nur’da müsbet Avrupa ile ilgili bölümleri toparlamak istedik. Elbette ki Risâle-i Nur’da menfî Avrupa ile ilgili de gerekli tesbitler ve açıklamalar yapılmıştır. Ancak bu tesbitleri başka bir zamânâ tehir ederek bizler şimdilik müsbet Avrupa ile ilgili yerlerle çalışmamıza devam edeceğiz.

Bediüzzaman Hazretleri “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.“2 der.

Yukarıdaki satırlarda Bediüzzaman farkı görülmektedir. Kendi sözlerinin mihenge vurulmasını isteyecek kadar mert ve cesaretli bir âlimdir Bediüzzaman. Çünkü o, asrın eşsiz güzelidir. Farklı ve bir o kadar da ezber bozan bir mütefekkirdir.

Bizler de müsbet Avrupa’yı Risâle-i Nûr mihengine vurmak istiyoruz. Altın çıkarsa alıp koynumuzda saklayacağız, bakır çıkarsa geri iâde edeceğiz. Çünkü bu meselede temyiz edici bir hakîkat var elimizde. Çünkü ”Hakîkat tahavvül etmez, hakîkat haktır.”3 noktası önemli bir düsturumuzdur. “Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimâî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.”4 sırrınca o güzel şeylerimize talibiz. Çünkü cehaletimizle o güzellikleri küstürmüşüz ve kaçırmışız. Cehalet pazarımızda o güzelliklere rağbet gösterilmemiş ve onlarda bizlere küsüp ecnebilere gitmiş. ”Her şeyin en güzelini al.” kaidesiyle sana hoş gelen şeyleri al, sana hoş gelmeyenleri bana bırak”5 sırrınca da ecnebilerdeki her şeyi değil, her şeyin en güzeline talibiz ve en güzelini almalıyız. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum.”6 diyen Bediüzzaman müsbet Avrupa’ya nasıl bakmamız gerektiğinin ölçüsünü vermektedir.

Bizler de yazımıza konu olan birinci Avrupa olan müsbet Avrupa’yı incelemek ve anlamak istiyoruz. Çünkü birinci Avrupa feyzini İsevîlik din-i hakikîsinden almaktadır. Bu feyiz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip etmektedir. Kur’ân bu müsbet Avrupa ile mübâreze etmiyor. İslâmiyetin; müsbet Avrupa’nın nâfi san’atlarından, adalet ve hakkaniyetinden ve sosyal hayata hizmet eden fünunlarından istifade edilmesinden yana olduğunu görüyoruz.

Yine Risâle-i Nûr’un barışık olduğu ve hücum etmediği felsefe ise Asay-ı Musa’da şöyle ifade ediliyor: “Risâle-i Nûr’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir; belki muzır kısmınadır. Çünki, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Ku’rân’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risâle-i Nur ilişmiyor.”7

Ecnebilerden alacağımız bilgi, san’at ve terakki için söylenen şu cümle çok müşkülümüzü hallediyor. “Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, san’at ve terakkiye ait ise lâzımdır, sefahata dair ise muzırdır.”8 Buraya göre neye talib olduğumuz ve neyin muzır olduğu çok açık olarak ortaya konulmuştur.

Müsbet Avrupa nâfi san’atları, adaleti ve mehâsin-i medeniyeti ızdıraren kabul edip tekrar beşeriyete hediye etmiştir.
Buradaki müsbet Avrupa’dan kastımız “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa”dır.9

Medeniyetin heva ve hevese dayalı kısmına değil, beşere menfaatli kısmına muhatap olduğumuz bilinmelidir. Medeniyetten muradımız ise ”Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehâsin zannedip; taklid edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umûmî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zir-ü zeber edip öyle bir kusdu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.”10 Yaşanan hadisât-ı âlem buna şahittir.

Evet, medeniyetin güzellikleri ve beşere menfaati bulunan iyiliklerine talip ve müşteri olmak nazarlardan kaçırılmamalıdır. Zaten medeniyetin günahları ve seyyiatı içimize alabildiğince girmiş malımızı, mukaddesatımızı ve ahlâkımızı harap etmiş durumdadır. Ümitvarız ki; ”İnşâallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de te’min edecek.”11 Bediüzzaman müjde insanı olduğu için bu müjdeleri de rahmet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz inşâallah.

Medeniyetin güzellikleri ve iyilikleri inhisar altına alınamaz ve mal-i umûmîdir. Buna işareten Bediüzzaman şöyle der: “Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, Ne şu asrın san’atı. Belki umûm malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, husûsî şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.”12 Demek ki medeniyetteki mehâsin-i kesire bir kavme, bir topluluğa, bir millete, bir kıt’aya münhasır değildir. Umûmun ortak malı olan mehâsin-i medeniyet denilen şeyler asırlardır beşeriyetin ortak aklının neticesi ve ürünüdür. Ayrıca medeniyetteki güzellikler ne Nasrâniyetin, ne Avrupa’nın ve ne de şu asrın san’atı ve malıdır. Bu güzellikler beşeriyetin umûmî fikirlerinin ve çalışmalarının mahsulü ve semeresidir. Asırlarca birbirine eklenen ve birbirini besleyen düşüncelerin mahsulüdür. Semavî şeriatların neticesidir. Ve insanlığın fıtrî ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Özellikle Peygamberimizin(asm) şeriatından ve İslâmîyetin getirdiği yeniliklerden doğan ve bütün insanlığa faydalı olan san’at, hak, adalet ve hakkaniyetin bir bileşkesi ve ortak paydasıdır. Yani insanlığın ortak ve umûmî malı olan medeniyetin kaynağı semâvî dinlerdir.

Öyleyse müsbet Avrupa’dan ürkmemek gerekiyor. Çünkü “Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammum ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki; medeniyet-i hâzıranın inkışaından (yarılmasından) inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine, müsbet esaslar vaz’eder.”13 İşte medeniye-i hâzıra, İslâmî medeniyetin müsbet esasları ile tamir edilecek ve onun menfî esasları yerine müsbet esaslarını tekrar vaz’edecek ve beşeriyet sulh-u umûmîyi yaşayacaktır inşâallah.

Bediüzzaman’ın da dediği gibi “Evet, Avrupa’dan ahz-u iktibasa (aktarma yapmaya) muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk (kamu yönetimi) ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden (ordu ve deniz kuvvetlerinin düzenlenmesinden) ve fünun-i sanayiden (sanayi fenlerinden) işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın.”14

Avrupa ve Batıdan neye müşteri olduğumuzu bilmeliyiz. Müşteri olduklarımız esasta ve özde İslâmın malıdır. Malımıza sahip çıkacağız ve onu geri alıp istimal edeceğiz. Amma ecnebilerde müşteri olmadığımız günah ve kötülükler ise malûmdur. Onlar zaten büyük hatalar yapılarak içimizde epey müşteri bulmuştur. Onlara tekrar müşteri olmak ise ahmaklık olur. Bediüzzaman buna da şöyle işaret etmektedir. “Ecnebiyede terakkiyât-ı medeniyyeye yardım edecek -fünun ve sanayi gibi- maalmemnuniye alacağız. Amma medeniyetin zünub ve mesâvisi (günah ve kötülükleri) olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyiye ki…”15 onları almayacağız.

Avrupa’nın güzelliklerinin tahsil edilmesinin zorluğundan dolayı, kolay taklit edilen günahlarını ve kötülüklerini aldığımız için kadınlaşmış erkek ve erkekleşmiş kadın durumuna düştüğümüzü de beyan eden Bediüzzaman; ”Biz ise aldığımız vakit sû-i tâlî cihetiyle ve sû-i intihap tarikıyla müşkilü’t-tahsil mehâsin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-i medeniyeti (medeniyetin günahlarını) kesbettiğimizden, muhannes gibi, yani erkekleşmiş kadın gibi oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîbüziverle (süs ve ziynetle) müzahref (geçici, aldatıcı şeyler ile süslenmiş) cilveli hanım gibi olmamalı.”16 tesbitlerinde bulunur.

Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti iktisab etmeye muhtacız.

“Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; Onlar Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber âdât-ı milliyeyi muhafaza ettiler.“17 diyen Bediüzzaman Hazretleri ne kadar güzel bir tesbit yapmış. Mehâsin-i medeniyeti alırken âdât-ı milliyeyi muhafaza etmek ve kesb-i medeniyette Japonlara benzemek vazgeçilmez bir düstur olmalıdır. Çünkü Bediüzzaman Japonların ”müteharrî-i hakîkat” olduklarını beyan eder. ”Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.”18 diye ifade eden Bediüzzaman Hazretleri millî âdetlerimizin İslâmiyetle ortaya çıktığını söylemektedir. Onun için de İslâmiyet’ten elimizi gevşetmeden mehâsin-i medeniyeti iktibas etmek durumundayız. O sebeple de; ”Avrupa’dan mehâsin-i medeniyetin iktibasına muhtacız…“19 Çünkü mehâsin-i medeniyet umum akvamın fikirlerinin ve çalışmalarının neticesidir. Asırların ortak aklının ürünüdür.

Bediüzzaman, medeniyetin mehâsini ile mesâvisini de nazara veriyor ve şöyle diyor: “Medeniyetin mehâsiniyle beraber mesavisi (kötülükleri) de terakki edip garip ve aldatıcı bir surete girmiş. Bu seyyiatın en fenası ve medeniyetin muharribi (yıkıcısı) ve bâr-ı giranı (ağır yükü), sefahat ve havaic-i gayr-ı zarurîde (zorunlu olmayan ihtiyaçlarda) israfat ve maişetteki müsavatsızlıktır.”20 Burada çok dikkat çekici tesbitler yapılmıştır. Medeniyetin en fenası ve yıkıcı tahribini yapan fiiller sefahat, israfat ve adaletsiz geçim dağılımıdır. İşte sefih medeniyet bu cihetlerle beşeriyete çok fena tahribatlar yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. Ancak mehâsin-i medeniyet; hakkaniyet, adalet ve kanunda inhisar-ı kuvvet prensipleri ile inşâallah medeniyet-i hakikiye tebdil edip, sefih medeniyetin tahribatını tamir ederek insanlığa sulh-u umûmîyi yaşatacağından ümitvarız inşâallah.

Medeniyetin iyiliklerini kötülüklerinden temyiz edici bir hâkim gerektiğini de şu cümlelerden anlıyoruz. Medeniyetin iyilikleri ile beraber kötülüklerinin de içimize sokulmaması için bize temyiz edici (ayırıcı) hâkim bir kanun, bir prensip gerekir. ”Mehâsinle beraber seyyiat da medeniyetimiz içine sokulmamak için bize öyle bir kanun-u hâkim ve mümeyyiz lâzım ki, heva ve hevese galebe etsin.”21 Elbette bu temyiz edici hâkim vazifesini Kur’ân ve sünnet-i Resulullah’ın (asm) bu asrımızda mânevî bir dersi ve tefsiri olan Risâle-i Nur yapabilir ve yapmaktadır.

Mehâsin-i medeniyetin iktibasında ve istimalinde çok endişe edilecek bir durum yoktur. Çünkü ”Avrupa ve Amerika’dan getirilen hakîkatler yine İslâm’ın malı olan fen ve san’atı tevhid nuru ile yoğurarak hayata geçirmeliyiz.“22 Bediüzzaman bunun da ölçüsünü vermiş olup, fen ve san’atın tevhid nuru ile yoğrularak bizleri marifetullah mi’raclarına terakkî ettirmesi gereğine de işaret etmiştir. Çünkü her bir fen esma-i hüsnayı tecellilerini göstererek Allah’ın isimlerine istinad etmekte ve esma tecellisi olarak nur-u tevhidi göstermektedir. Bediüzzaman hem ümit, hem de denge insanıdır. İstikbale ait İslâm’ın taliini müjdelemekte ve bunun yolunun da Şeriat-ı Garra’nın terbiyesi ile olacağını söylemektedir. “Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garra’nın terbiyesinde kalmak şartıyla.”23 demektedir.

Bütün bunlarla beraber medeniyetteki güzelliklerin daha mükemmel olarak İslâmiyet’te var olduğu bir hakîkattir.

Bu mânâda Bediüzzaman şu ifadelerde bulunur: ”Acaba istikbale karşı ehl-i imân ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve ye’is ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakîkat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah.”24

Medeniyetteki bütün güzelliklerin; ya açık bir şekilde emredilerek veya o güzelliğe taraftarlık göstererek veyahutta onu yasaklamamak suretiyle, bunların veya bunlardan daha güzelinin İslâmda mevcut olduğu görülecektir.

Bediüzzaman ecnebilere karşı tavır ve duruşumuzun da ölçüsünü vermekte ve onlara bakışımızı şöyle ifade etmektedir: ”Ecnebilere düşman nazarı ile değil, belki saadetimizi ve i’lay-ı kelimetullaha bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi teşvik ve icbar ettiklerinden dost ve hadim nazarı ile bakacağız.”25

Bu mânâda Hutbe-i Şamiye’deki şu kısım da çok manidârdır: ”Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmânâ hücumdur. Amma ecnebîlerin vahşî oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husûmet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husûmet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husûmet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.”26

 

Dipnotlar:

1- Mektubat, 2004, s. 619.
2- Münâzarât, 1998, s. 49.
3- Divân-ı Harb-i Örfî, 1995, s. 51.
4- Münâzarât, 1998, s. 100.
5- Sünûhat, 1996, s. 17.
6- Lem’alar, 2005, s. 291.
7- Asay-ı Musa, 2005, s. 15.
8- Mesnevî-i Nuriye, 1999, s. 98.
9- Lem’alar, 2005, s. 291
10- Tarihçe-i Hayat, s. 94.
11- Tarihçe-i Hayat, s. 94.
12- Sözler, 2004, s. 1163.
13- Sünûhat, 1996, s. 61.
14- Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, s. 34.
15- Eski Said Eserleri, 2009, s. 174.
16- Eski Said Eserleri, 2009, s. 174.
17- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 175.
18- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 175.
19- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 42.
20- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 42.
21- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 42.
22- Tarihçe-i Hayat, s. 140.
23- Muhakemat, s. 47.
24- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 337.
25- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 92.
26- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 72.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*