Bediüzzaman ve Risâle-i Nur hakkındaki bazı isnadlara cevaplar

Bediüzzaman mânen ve neseben Âl-i Beyt’tendir

Habertürk Tv’nin “Öteki Gündem” adlı programında Prof. Dr. Kadri Yıldırım’ın yakın zamanda arşiv belgelerle de açıklanan “Bediüzzaman’ın seyyid ve şerif olmadığı”na dair iddiaları Risale-i Nur’da yer alan gerçeklere aykırı.

Âdeta periyodik olarak zaman zaman ortaya atılan bu iddiada, Bediüzzaman’ın seyyidliği ve şerifliği Kürtlüğüne engel görülmekte. Bütün maksatları İslâmı tebliğ etmek ve yaymak, dine hizmet etmek, Kur’ân ve Sünneti bulundukları toplumda – kavimde insanlara bildirmek, yaşamak ve yaşatmak olan seyyidlerin ve şeriflerin Kürt olduğu gibi, Türk, Kafkas ya da Farisî veya başka milletlerden olabileceği nazara alınmamakta.

Bediüzzaman Said Nursî’nin seyyidliği ve şerifliği, öncelikle hizmetinde bulunan Nur Talebelerinin ve “son şahitler”in bizzat Bediüzzaman’dan “Ben hem Hasanîyim, hem Hüseynîyim” diye naklettiği hatıralarla sabit. Bu hususta birçok yazılı-sözlü ikrar var.

HAKİKATLI HÂTIRALAR…

Meselâ, Emirdağ Nur Talebelerinden Emirdağ’lı Nur Talebelerinden Osman Çalışkan’ın kalbine gelir ki, “Biz Üstâdımızı ‘Kürd’ olarak biliyoruz. Ahmed Feyzi Efendi’nin anlattığı Büyük Müceddid ise Âl-i Beyt-i Nebevî’den olacaktır.’ Bu kalbî muhasebeden az sonra, Üstâd Hazretleri kendisini çağırır. Osman Çalışkan devamını şöyle anlatır: “Gittim. Üstâd bana, ‘Kardeşim, ben hem Hasanîyim, hem de Hüseynîyim ve Ahmed Feyzi’nin bütün söylediğini kabul ediyorum, haydi git!’ dediler” diye nakleder. Ve bu hakikatli hâtıra, o günden bu yana dilden dile bütün Nur Talebelerinin nakledip Nur câmiasında tevâtür halini alır. (Mâidet’ül Kur’ân ve Hazinet-ül Bürhan, s.4, İttihad Yayıncılık; Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt I, s. 50)

Yine Emirdağ’ın Çalışkanlar âilesinden Mehmet Çalışkan’ın aktardığına göre, “Bir defa yüksek bir âlim, beliğ bir edip olan merhûm Ahmed Feyzi Kul Efendi Emirdağ’a gelmişti. Sohbet etti. Bediüzzaman’ın büyük evsâfını, riyazî ve cifrî tevâfuklarla açıkladı. Bediüzzaman’ın seyyidliğine ve şerifliğine dair sohbet yaptı. Ertesi sabah Üstadımız Ahmed Feyzi’yi çağırtıp “Sen akşam ne konuştu isen, ben aynen kabul ediyorum’ diyerek iltifatta bulundu” diye yıllar önce anlattığı hâtırası, sözkonusu hakikatli hâtıralardan biri. (Necmeddin Şahiner, Son Şâhitler c. 4, s. 62)

Keza Erzincan’ın ilk devre milletvekillerinden Hüseyin Aksu’nun Kastamonu’da Bediüzzaman’la görüşmesinde, Bediüzzaman’ın sualiyle “Asıllarının Zeynel Abidin Hazretlerine dayandığını” söylemesi üzerine, Bediüzzaman’ın “Benim Annem Nûriye evlâd-ı Resûldendir” cevabıyla şerifliğini açıklar. Ayrıca Salih Özcan’a 1950’de gönderdiği mektupta, Bediüzzaman’ın kendisine, “Kardeşim ben hem Hasanîyim, hem de Hüseynîyim” dediğini yazar. Eskişehirli saatçı Muhyeddin Yürüten’e, “Nûriye de seyyid, Mirzâ da (babası) seyyiddir” dediği naklolunan hakikatli hâtıralardan bir diğeri. (a.g.e.,  c. 1, 236 ve c. 3, s. 74)

Ayrıca hizmetinde bulunan Nur Talebelerinden Hüsnü Bayram’a, Ahmed Feyzi’nin Bediüzzaman’ın “seyyidliği ve şerifliği” hakkında, “Kabul ediyorum, ancak ispat edemiyorum. Ancak ispat edilecek ve sen de göreceksin” demesinin, bugün arşiv belgelerine istinaden Bediüzzaman’ın seyyidliğinin ve şerifliğinin ilân ve ispat edilmesi, bu hakikatli hâtıralardan…

“BİRİNCİ ÂL”DEN OLDUĞU SÂRİHAN HABER VERİLİR

Bediüzzaman’ın seyyidliği ve şerifliği hakkındaki bütün bu mevsuk hâtıralara ve ortaya konulan “nuranî şecere”ye dayanan arşiv belgelerin yanı sıra, Bediüzzaman’ın neseben de Âl-i Beyt’ten seyyid ve şerif olduğuna dair birçok işârî mânâlara ve remizlere ilâveten Risale-i Nur’da da açık metinler var.

Bunlardan biri, “Lem’alar” kitabının “Yirmi İkinci Lem’a”nın “Hâtime”sinin sonuna dercedilen, lâhikalarda Bediüzzaman’ın “Büyük Ruhlu Küçük Ali” dediği Nur Talebesinin “Küçük Ali” imzalı “2. Haşiye”sindeki hakikattir.

Osmanlıca Lem’alar’dan sonra bastırılan yeni yazı Lem’alar’da da açıkça yer alan sözkonusu hâşiyede “İmam-ı Âli Radyallahü anh, Onsekizinci Lem’a’da, Sekizinci Şuâ ile Yedinci Şuâ’da, ‘Emini mine’l fecet/ felâketlere karşı emân ve emniyet ver’ fıkrasıyla kerâmetini Hayber Kalesinin fethi gibi, Eskişehir ve Denizli Mahkemesinden hârika bir tarzda kurtulacağımızı, ‘Lâtehşâ, Lâtehşâ/ Korkma korkma!’ kelimeleriyle zâhir ediyor” ibâresinden sonra, Bediüzzaman’ın Hz. Abdülkadir-i Geylanî’nin evlâdından olduğu şu açık ifâdelerle aynen kaydedilir:

“Çünkü (Resûlullah’ın) evlâdından olan Gavs- ı Geylanî (ra) kendi omuzunda Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın kademini (ayak izini, işâretini) gördüğü gibi, evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beyt’ten gelen Mehdi ve müceddid verese-i enbiyâ (Peygamber varisleri) olan muhakkikleri, ferdleri görüp, kendi kademini (ayak izini, işâretini, mührünü) o mübârek gelecek zâtlara basmış. Hususan Risâle-i Nur’un müellifi, zamanın Abdülkadiri Üstadımız Said Nursî Hazretlerine sâir evliyâya muhalif olarak müphem değil, sarîhan (açıkça) haber vermesi bizce birini Âlden (nesebî olarak Âl-i Beyt’ten) olduğunu onlara ispat etti…” (Lem’alar, 236-7)

“HAKİKÎ HÜVİYETİ VE MİLLİYETİ; SEYYİDLİK VE ŞERİFLİK”

İlâveten, Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Yirmi Yedinci Mektub”tan olan Emirdağ Lâhikası’nda, Bediüzzaman’ın “şehid merhum Hâfız Ali nin ehemmiyetli bir vârisi ve Denizli talebelerinin yüksek bir mümessili ve Denizli şehrinin Risale-i Nur a karşı fevkalâde teveccühünün bir tercümanı kardeşimiz” dediği Hasan Feyzi’nin edibâne, Risale-i Nur hakkında fevkalâde senâkârane pek uzun bir mektubundan “herkese göstermek münasip görmediğimden, çizgi altına aldım” deyip “tayy (geçip) veya tâdil etmeyi (düzeltmeyi) münasip gördüğü” kısımların dışında, “Yirmi Yedinci Mektubun veya Lâhikasının Bir Zeyli” olarak lâhikalarda yer almasını istediği neşredilen kısımda da Bediüzzaman’ın seyyidliği ve şerifliği açıkça belirtilir.

Mevzubahis bölümde evvela, “Ona (Bediüzzaman’a) ‘Kürdi’ denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (ra) görülen ‘Ya müdriken (Ey idrâk eden!)’ kelimesinin hazf ve kalbiyle (düzünden ve tersinden ‘Ey idrâk eden’ ve ‘Ey Kürd’ iki mânâsı ile) ‘Kürt’ imâ ve işâretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerâfet ve siyâdetten (şerif ve seyyid silsilesinden) tenzil ve teb’idini (düşürme ve uzaklaştırmasını) icâp ettirmez” denilir.

Devamında, “Bu isnad ve izâfe (yani ‘Kürdî’ lâkabı), Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lâkapla mâruf (bilinen) ve meşhur olan bu zâtın Risaletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir” tasrihi yapılır. Akabinde de “Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa (örtmek ve gizlemek) için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini (seyyidliğini ve şerifliğini) ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum” hükmü ifâde edilir. (Emirdağ Lâhikası, 74-75)

Ve en önemlisi, Bediüzzaman, Hasan Feyzi’nin seyyid ve şerif olduğuna dair kanaat ve tesbitini lâhikaya dercetmekle kalmaz; “Hasan Feyzi kardeşimiz, onun bazı cümlelerini tayyetmemden gücenmesin” şerhini düştükten sonra, “Bu zat doğru söylemiş” diye takdir eder.

SEYYİDLİĞE VE ŞERİFLİĞE, “MAŞALLAH, BAREKÂLLAH” TAKDİRİ VE TASDİKİ

Bunlara ilâveten bir diğer müdakkik ve âlim Nur Talebesi Ahmed Feyzi Kul’un 1946-48’lerde teksirle Osmanlıca olarak “Tılsımlar Mecmuası” adlı eserin sonuna ilhak edilen “Mâidet’ül Kur’ân ve Hazinet-ül Burhan” isimli kitabında, Bediüzzaman’ın mânevî şahsiyetine ve “birinci Âl-i Beyt’ten” olduğuna, yani neseben de seyyidliğine dair açık ifâdeleri, gerçeği teyid eder.

Bunun içindir ki Bediüzzaman, “Nur’un mânevî avukatı” olarak tavsif ettiği Ahmed Feyzi’nin, Bediüzzaman’ın ikinci ve birinci Âl-i Beyt’ten, yani mânen olduğu gibi neslen de seyyid olduğunun mânevî delilleriyle ortaya konulduğu esere dair lâhika mektubuna takdirkâr ifâdelerde bulunur. Şahsına ait kısımları bazı tâdil ve tashihlerle Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsine te’vil ederek, eserin mânâsını, muhtevasını ve dâvâsını şu cümlelerle tasdik eder:

“Aydın havalisinin Hasan Feyzi’si ve Hüsrev’i ve Mehmed Feyzi’si ve Risâle-i Nur’un mânevî avukatı kardeşimiz Ahmed Feyzi’nin üç seneden beri âlimâne, müdakkikâne yazdığı şu gelen istihrâcat-ı gaybiyeyi (gaybî – mânevî çıkarımları) ve Sikke-i Tasdik-î Gaybiye’nin bir kuvvetli hücceti ve şâhidi bulunan şu risâleciği dikkatle mütalâa ettim. Onun tetkikatına ve Risâle-i Nur’un kıymetini tam hadîs ile âyet ile isbat etmesine karşı hayret ve istihsan (büyük beğeni) ile ‘Maşâllah, Bârekellah’ dedim” diye lâhikalara aldığı mektubunda belirtir. (Mâidet’ül Kur’ân ve Hazinet-ül Burhan, İttihad Yayınları, 10)

İNKÂRIN HİÇBİR CİDDİYETİ YOK

Neticede, Bediüzzaman, kendisinin ve Nur Talebelerinin mânevî Âl-i Beyt’ten olduğunu zaten açıkça belirtir. Ancak “birinci Âl” olan neseben de Âl-i Beyt’ten olduğu Bediüzzaman’ın tashih ve tasdik ettiği Risalelerde açıkça okunurken, Prof. Yıldırım gibilerin, çeşitli yakıştırmalarla bunları görmezden gelmeleri, kendilerini bağlar. Ancak doğruluğunu kabul ettikleri Risale-i Nur’da açık beyânlarla yer alan hakikatleri “böyle bir şey yok” diyemezler.

Sözü edilen programda görüldüğü gibi, Bediüzzaman’ın, mahkeme ehl-i vukufunun, “Eğer mehdîliğini ortaya atsa bütün talebeleri kabul edecek” iddiasına, “Risâle-i Nur’daki sırr-ı ihlâs, yüzde doksan ihtimaliyle de olsa o makama talip olmamaklığımı iktiza ediyor (gerektiriyor)” cevabıyla şahsına ait hususları Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’a çevirmesinin seyyidliğine ve şerifliğine karşı kullanılması, doğrusu hayret verici.

Bediüzzaman’ın “İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve memuriyeti dünyada dahi kendini düşünmek ve gâye-i hayal yapmak, bütün harekâtını, hatta uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini vereceğinden hakikat-ı ihlâsı bozar” cümleleriyle, şahsını azledip “Kur’ân’ın bir elmas kılıncı olan Risâle-i Nur’a göstermesi” hikmetiyle “bilinemiyor” diye seyyidliğini gizleme hikmetini istismarla istimal etmenin hiçbir dayanağı olamaz.

Risale-i Nur’da, hakikatli hatıralarda ve arşiv belgelerde açıkça yer alan seyyidliğini ve şerifliğini inkâra kalkışmasının hiçbir ciddiyeti yoktur…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*