Risale-i Nur, kemalizm ve Türkiye

“1335 (1919) senesi Eylül’ünde, dehrin hâdisatının (zamanın olaylarının) verdiği yeis ile şiddetle muzdarib idim. (…) Bir Cuma gecesinde nevm (uyku) ile âlem-i misale (misal âlemine) girdim. Biri geldi dedi: ‘Mukadderat-ı İslâm (İslâm’ın kaderi) için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.’ Gittim gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a’sarın meb’uslarından (geçmiş asırların mücedditlerinden) her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki: ‘Ey felâket helâket asrının adamı! Senin de re’yin var, fikrini beyan et.’ Ayakta durup dedim: ‘Sorun, cevap vereyim.’” (Tarihçe-i Hayat, s. 130)

Risale-i Nur ve Tecdit vazifesi

Bütün peygamberler ve semavî kitaplar, müşrik toplumu dönüştürmede iman temelli bir epistemolojik kopuşu temel almışlardır. Peygamberlerin ve kitapların çağırdığı iman, aynı zamanda bir “ben ve varlık algısı” değişimine çağrıdır. Materyalist bilgi, sadece İslâm dünyasını değil, bütün insanlığı insan-insan, insan-toplum, toplum-toplum ve insan-tabiat ilişkilerinde yaratılış olgusunu kabul etmeyen bir yaklaşımla düşünmeye ve davranmaya mahkûm eden yeni bir ben ve varlık anlayışına yol açmıştı. Bu anlayış temelinde başlayan değişimler, birey ve toplum hayatını kuran hakikat anlayışını da değiştirmişti. Risale-i Nur’un İslâm’ın iman hakikatleri temelli tecdidini başlattığı dönem, Batı modernleşmesi ile gelen bu yeni bilgi ve dolayısıyla yeni bir “ben ve varlık algısının” İslâm dünyasını kuşattığı döneme tekabül eder.

Batı’da bu değişim şöyle yaşanmıştı: Bilimsel gelişmelerle ortaya çıkan yeni kâinat tasavvuru ile bilgi alanında; buna bağlı olarak da değerler alanında kilise-bilim adamları arasında baş gösteren çatışma, giderek bilim-Hıristiyanlık çatışmasına ve genel olarak da bilim-din çatışmasına dönüşmüştü. Bilim ilerledikçe Kilisenin temsil ettiği bilgi anlayışı önce bilim adamlarının kafasında çöktü ve giderek bütün toplumun kafasında çökmeye başladı. Bu çöküş, Kilisenin dayandığı imanı ve dolayısıyla bu imanın inşa ettiği değerleri, ben ve varlık algısını temelsiz bırakmıştı. Böylece Batı’da, birey ve toplum hayatını kuran hakikati temsil eden Kilise öğretileri ve değer sistemi çökmüştü. Ortaya çıkan boşluğu doldurma işlevi ise bilime yüklenmişti. İşte, bireylerin ve toplumun büyük ve köklü bir dönüşümüne yol açan bu tür eski bilgiden kopuş ve yeni bir bilgi aşamasına geçiş, Batı düşüncesinde “epistemolojik kopuş” olarak tanımlanır.

Risale-i Nur ve Kemalizm

Batı kültürü ve değerlerinin küreselleşmesi, Batı’nın bu epistemolojik kopuşunu da küreselleştirdi. Bu kopuşun ülkemizdeki temsilcisi ise Kemalist ideoloji oldu. Toplumumuzun bilim ile inanç değerleri arasında Batı tarzı bir kopuş yaşamak zorunda olduğu anlayışını temsil eden Kemalizm, tarihsel durumu itibariyle zaten tecdide muhtaç olan İslâm iman ve dolayısıyla bilgi anlayışından epistemolojik kopuşun aracı olacak bir değişim projesi ve eğitim sistemi kurgulamıştır.

Risale-i Nur, Kemalist ideolojinin temsil ettiği bu epistemolojik kopuşa, İslâm’ın iman hakikatlerini tecditle karşılık veren bir misyonla ortaya çıkmıştır. Risale-i Nur, Kemalizm’in gerçekleştirmeye çalıştığı epistemolojik kopuş ile mücadelesinde, iman hakikatlerini tecdit ederek, tevhidî bir ben ve varlık algısını inşa ederek mukabele etmiştir.

Risale-i Nur bu tecdit vazifesini gerçekleştirmede, resmî ideoloji ile siyasî ve askerî değil, ben ve varlık algısı (iman) temelinde reaksiyona girmiştir. İslâm’ı siyaset ve kuvvet yoluyla temsil eden cereyanların yön verdiği Cezayir, İran, Mısır ve Afganistan’ın içine düştüğü durum, Risale-i Nur’un iman temelli yaklaşımını teyit etmiştir. Risale-i Nur, gerek İslâm dünyasını iman (ben ve varlık algısı) temelinden sarsan materyalist bilgi, ben ve varlık anlayışına ve gerekse bu anlayışa İslâm’ın siyaset veya kuvvetle temsili yoluyla mukabele eden cereyanlara karşı İslâm’ı tecdit eden bir müceddittir. Bunu ister kabul edelim, ister etmeyelim, bu böyledir.

Risale-i Nur ve Türkiye

Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un Türkiye’den zuhuru, İslâm’ın âlem-i İslâm’daki ve küreseldeki tecdidinde Türkiye’nin tavzif edildiğinin de bir işaretidir. Nitekim, Bediüzzaman, Lem’alar isimli eserinde, bu vazifeyi şöyle tanımlamıştır: “….sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.”

Günümüz itibariyle Risale-i Nur’un 40-50 dilde neşri, Türkiye merkezli bir küresel tecdit hareketinin tezahürüdür. Risale-i Nur, Anadolu’nun; yani Türklerin ve Kürtlerin ortak paydasıdır. Materyalist bilim paradigmasının yol açtığı “ben ve varlık algısı” sonucu kendini “etnik benleri ile tanımlayan” Türklerin ve Kürtlerin bu algılarını ve bu algı bağlamında ortaya çıkan problematiği tamir etmede, hangi hükümet gelirse gelsin, Kur’ân eczanesinin bu asra bakan ilâcı olan Risale-i Nur’a muhtaçtır. Resmî planda bu anlaşıldığında, Türkiye, sadece kendi problematiğini Risale-i Nur’la çözmekle kalmayacak, âlem-i İslâm’daki ve bütün dünyadaki aynı hastalığın tedavisine de öncülük edecektir. Bediüzzaman bu gerçeği şöyle müjdeliyor: “Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatimle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.” (Emirdağ Lâhikası-1, s. 78)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*