Risale-i Nur tahrif edilmemiştir

Maalesef kurt dumanlı havayı sever kaidesince bugünlerde, Hocaefendi Hizmeti kadar, Risale-i Nur Cemaati hakkında da yalan ve iftira haberler yayınlanmakta ve buna maalesef dindar bazı siteler ve gazeteler de âlet olmaktadır.

Ben bazı ırkçıların ortaya attığı ve dindar yayın organlarının âlet olduğu tahrifat iddialarına, Abdülkadir Badıllı Ağabeyin konuyla ilgili eserini özetleyerek “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî” adlı eserimde belgeleriyle cevap verdim… Tahrifat iddiacılarının yüzüne çarpıyorum.

BEDİÜZZAMAN’A AİT BAZI ESKİ ESERLERİN TAHRİFİ İDDİASI VE BU İDDİALARIN ASILSIZLIĞI

(…) Bedîüzzaman âhir ömründe Külliyat’ta bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere, kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Bedîüzzaman’ın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. Tahrif, ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

Bedîüzzaman’ın kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsaadesi verdiği talebelerinin meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilâkis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır. Ancak Bedîüzzaman’ın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki, onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek Külliyatı ve Üstadı âlet edebilirler. Bunlar maalesef her zaman mevcuttur. (…)

Ortada Risale-i Nur’lar tahrif olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan iddiacılar, gazetelere ve TV’lere konuşuyor. Delillerin tamamı rivayet ve rivâyet edenler de kendileridir. (…)

Bedîüzzaman’ın Bazı Eski Eserlerinden “Kürd” ve “Kürdistan” Kelimeleri Çıkarıldı mı?

“Kürdî” ifadesi yerine, “Nursî”; “Kürdistan” yerine, “Şark” yahut “Vilâyât-ı Şarkıye” kelimelerini bizzat Bedîüzzaman koymuştur… Mahkemelerde, hâkimler bilerek ve kasdi olarak “Said-i Kürdî” diyerek hitap ediyorlar; zira onlar, bunu Kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Bedîüzzaman’dan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı.

Bedîüzzaman ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade edilen hususlar, bizzat Bedîüzzaman’ın tasarrufundan geçen ve Bedîüzzaman’ın değiştirdiği ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktır. Yoksa, hiçbir Nur Talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkâr etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir. (…)

Bedîüzzaman, “İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi paşalarına karşı son derece merdane savunması içerisinde şöyle demiştir:

“Ey paşalar zabitler! Cemî’-i kuvvetimle derim ki, cerîdelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî canibinden Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle dâvet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene sonra tenkidat-ı ukâla mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri—tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber—taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.”

İşte Bedîüzzaman’ın şu kat’î ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden halletmiştir… Bedîüzzaman, 1908’lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’îsinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuz üç yıl sonra, yani 1951’lerde aynı o hakikatleri, tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da hâs ve husûsî iken, umumîleştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.

Meselâ diyelim; eskiden yazılmış bir eserinde hâs olarak “Kürd” kavmine hitap ettiğinde, İslâmî milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle, Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyûbî’lerin isimlerini yâd etmiş iken, şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celâleddin-i Harzemşah vesairenin isimlerini de beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü ortaya koyduğunu görüyoruz. (…)

Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususîlikten umumîliğe, cüz’îlikten küllîliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.

Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri bir çok yerlerde ve kütüphanelerde ilk vaziyetleriyle ve çokça bulunmaları karşısında, yine de tahrifden bahsetmek, tamamen kötü niyete dayanmaktadır.
(……………..)

Bedîüzzaman Kendi Eserlerinde Bazı Tasarruf ve Tashihlerde Bulunmuş mudur? Bulunmuş ise Sebepleri Nelerdir?

Evvela, benzeri tasarruf ve tashih meselesi bütün müellif ve musanniflerde görülmüş ve görülmektedir ve bu yüzden bir çok kitaplarda nüsha farkları düşülmüştür. Hatta en mu’temed ve Kur’ân’dan sonra en kudsî kitaplarda bile musannif veya müellifin sonradan yaptığı bazı tasarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara sonradan işaretler konulmuştur. İmam-ı Şafi’î Hazretlerinin “Kavl-i Kadim=Kavl-i Cedid” yahut “Mezheb-i Kadîm=Mezheb-i Cedîd” diye eserlerinde büyük tasarruflar uyguladığı fıkıh âlimleri nezdinde meşhur ve ma’lûmdur.

İşte, Bediüzzaman da, kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserlerinin bazılarında bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu durum kat’îdir, şüphesizdir. Lâkin buna rağmen, Bedîüzzaman’ın mübarek eli ve kalemi ile yapılmış mezkûr tasarrufların varlığı ortada iken, bazı insanları menfî yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bırakan sebepler bizce üç noktadır.

Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi—ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin—kabul etmeme ve hatta inkâr etme cesaretini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi, menfice inkâr etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekânı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diyebilir. Müsbet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, dâvâsını kolaylıkla ispat edebilir.

İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye, bu tür mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Bediüzzaman’ın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı şahısların dil ve hareketleriyle bu mevzuda menfî yönden yapılan yayagaralar ile bir çeşit vesvese ve şüpheler üreten bir ifsad mekanizmasının hüviyetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şekilde ibraz etmektedirler.

Bir de, Şer’an ve dinen iki şâhid-i âdilin müşahadeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahid deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şahidin birleşerek ve müşahadeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiçbir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şâhidler Bedîüzzaman gibi en keskin ve manevî radarlara malik bir maneviyat sultanının senelerce itimad edip, hâs hizmetinde bıraktığı ve manevî evlad kabul ettiği kimseler olsa!.. Evet, şu iki müsbet şer’î kaidelerden birisi, yapılmış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de, İki âdil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfî yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir değerinin olmadığını ispat eden kat’î hükümdür.

Ama bütün bu şeksiz vesika ve kat’î hükümlere rağmen intikam duygusunu, düşmanlık, öfke ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde… her şeye itiraz eden ve bahanelerle şüpheler üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse, hidayet ancak Allah’tandır, der ona bırakırız.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun iman ve Kur’ân hakikatlarını fevkalâde izah eden mesleğini bilmeyen ve Bedîüzzaman’ın manevî şahsiyetini tam idrâk edemeyen bazı kimseler, basit zihinlerine göre hariçte, orada burada bazı malûmat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden bakarak, onları en doğru ve hakikatli şeyler olarak telâkkî eder, sonra da gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi kendine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim bulduğuma uymuyor.” der. (….)

Tahrif teranesini kendilerine meslek edinenler iyi bilsinler ki; yaptıkları iş, masum Müslüman evlâtlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka birşey değildir. Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir. Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.

Abdülkadir Badıllı, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Te’lif ve Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabının son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuştur. İsteyenler bu eserlere bakabilir. Zaten biz de onun tesbitlerini hülâsa eyledik.

Üçüncü Nokta: Bedîüzzaman tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tashihlerin yapılması, mahiyeti ve onun bu husustaki izni hakkında bir nebze izahat vermek gerekmektedir.

Bedîüzzaman’ın gerek eski eserlerinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat’iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mekteb-i Musîbetin Şehadetnâmesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere, onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi de vardır. Meselâ, Arapça El-Hutbet-üş Şamiye’nin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” adlı eserin son kısmında, İki Mekteb-i Musîbetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir” demektedir. Yine eski eserlerinden birisinin arka kapağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.

Bu hâle göre, İki Mekteb-i Musîbetin Şehadetnâmesi eserine, o zamanlar onu neşreden muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki, Bedîüzzaman, 1950’lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı bizde mahfuzdur. Eğer bir eserin orijinal nüshaları elde mevcut ise, asla tahriften bahsedilemeyeceğini ehli olan anlar.

Dördüncü Nokta: Bedîüzzaman’ın müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasarruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, umumîleştirme, küllîleştirme ve benzeri olan durumların hikmetleri şeklinde özetlenebilir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında orijinal hali elimizde bulunmaktadır ki, bu eski ve yeni nüshalar arasında, gerçek manada,—evham, vesvese ve su-i zanlar müdahele etmemek şartıyla—fazla bir fark ve ayrılık yoktur.

Küllîleştirme veya umumîleştirme dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma hususu unutulmamalıdır. Zira Eski Said ile Yeni Said arasında küçük de olsa bazı farklılıkların olduğu âşikârdır. Bu hususa Bedîüzzaman bazı mektuplarında işaret buyurmuşlardır. Yani, Bedîüzzaman’ın Eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı sosyal ve millî mes’eleleri, Yeni Said döneminde başlayıp açtığı iman ve Kur’ân hizmeti mesleği, umum Âlem-i İslâmın müşterek malı olan iman esaslarını ispat etme ve yayma; uhuvvet-i İslâmiye ve İttihad-ı İslâmı hedef alan mes’eleleri perçinleştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede gelen mes’eleleri engelsiz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bırakması durumudur. Bu çok önemli bir noktadır. (………….)

Beşinci Nokta: Bedîüzzaman’ın gerek eski eserlerinin, gerekse Risale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslâh ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki, Risale-i Nur’da ve özellikle lâhika mektuplarında bu izin numunelerinin mevcudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malûmudur. Lâkin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşısında Nur Talebelerinden yüksek seviyeli ve âşinâ sınıfının bazı tasarrufları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Bedîüzzaman görmüş ve bakmış, ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bunların haricinde yoktur ve olamaz.

Demek ki, Bedîüzzaman’ın o gibi izinleri -yukarıda geçen bir mektubundan verilen pasajının numunesinde görüldüğü gibi- onun hayatta olduğu zamana ve mutlaka nazarından geçtiği şeylere aittir. Ama Bedîüzzaman’ın vefatından sonra -ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir, herhangi bir kimse; bilmem edebiyat adına Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslâh gayesiyle tebdil edemez. Zira ki Bedîüzzaman hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvib etsin. (….)

NETİCE

1- Bedîüzzaman kendi eserleri üstünde istediği kadar tasarruf ve tashih etme selâhiyetine şer’an ve aklen ve örfen sahip olduğu için, özellikle eski eserlerinin bir kısmının bazı yerlerini tasarrufla tashih etmiş olduğunda asl şüphe bulunmamaktadır.

2- ….Tahrif iddiaları tamamen asılsız, siyasî yahut ırkçılık virüsüyle ortaya atılan iddialardır. Bediüzzaman’ın kendi kalemiyle olan tasarruf ve tashihlerini gösteren orijinal nüshalar ortaya koymaktadır ki, ilk asıllarıyla farklılıkları göze çarpan diğer nüshaların tamamın müellifi tarafından tashih görmüş olduklarını gösterir. Ya da hiç olmazsa, hayatında onun emri ve izni dahilinde bazı yerlerde ufak tefek ta’dilat yapan talebelerinin yaptıklarını görmüş olan Bedîüzzaman’ın tasdikini ifade eder. Zira o gibi yerler, Bedîüzzaman’ın sağlığından beri neşredilip gelen yerlerdir…

3- Bedîüzzaman’ın kendi elleriyle üstünde bazı tashih ve tasarruflar icra ettiği aynı eserlerinin ilk asıllarını tamamen yok etmeye, yok saymaya veya ortadan kaldırmaya dair herhangi bir hareketi, emri, işareti ve ifadesi mevcut değildir. Öyle ise, bizim de o eski asılları yok etmeye veya yok saymaya haddimiz ve hakkımız değildir. Her iki tarzını da—eğer Bedîüzzaman’a sadık talebe isek—kabul etmeye mecbur ve mükellefiz.

4- Bedîüzzaman kendi eski eserlerinden bazılarını alıp tashih ederek ve Risale-i Nurlarla birleştirerek, beraber neşrettiği halde, bir kısmına da hiç dokunmadan ilk asılları ile bırakmıştır. Meselâ: Türkçe olan “Lemaat, Münâzarât, İki Mekteb-i Musîbet ve Muhakemât”ı ve bunlarla beraber eski olan bazı nutuk ve makalelerini ele alıp, gözden geçirip neşrettirdiği halde, “Tuluat, Rumuz, İşârât ve Şuaât” gibi diğer eserlerine ve bunlarla birlikte bir kaç nutuk ve makalesine dokunmadan öyle bırakmış, neşrettirmemiştir. Ama Arapça eserlerinden El-Mesnevîy-ül-Arabî Mecmuasına dahil ettiği parçaları—bir iki zeyl müstesna—ve fakat hepsini önemle ele almış, okumuş ve bazı tashihlerden geçirdikten sonra, Türkçe olan “Nokta” Risalesinin baş kısmıyla birlikte neşrettirmiştir. Aynı şekilde, eski eserlerinden Arapça “El-Hutbet-üş Şamiye”yi fazla ehemmiyetine binaen, önemle ele almış ve bizzat Hazret-i Müellif kendisi onu Türkçe’ye tercüme etmiş ve neşrettirmiştir. Bir müddet sonra da, kendisinin Türkçe’ye çevirmiş olduğu Hutbe-i Şamiye’sini küçük kardeşi molla Abdülmecid’e tekrar Arapça’ya çevirttirmiştir. İşarât-ül İ’caz eserini zaten hem Arabî aslını hem de Molla Abdülmecid’e tercüme ettirdiği Türkçe’sini ve ayrıca Mesnevî-i Nuriye’yi ve onun Türkçe tercümesini neşrettirmişlerdir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*