Risale-i Nur’a bandrol engeli hukuksuz

YENİ ASYA’nın sorularını cevaplayan Prof. dr. Ahmet Battal: “Yıllardır Risale-i Nur Külliyatını basmaya devam eden yayınevleri engellenemez.”
 
İŞGÜZÂRLIK KOKAN UYGULAMA

“Haberlerden anladığım kadarıyla, bir bürokratın tasarrufu var. Henüz siyasî iradenin, yani Bakanın ve Bakanlar Kurulunun bir tasarruf ve kararı yok. Dolayısıyla bu hukuksuz ve işgüzârlık kokan uygulamadan bir an önce dönüleceğini ve düzeltileceğini düşünüyorum. Ama düzeltilemezse, bu çağa hiç yakışmayacak biçimde bir tür fiilî sansür söz konusu olur. ”

HUKUKEN DE, SİYASETEN DE…

“Bir mal nizalı bir hale geldiğinde dâvâ boyunca zilyedinin elinde kalır. Menkul eşya için geçerli olan bu kural, gayri maddî varlık sayılan telif eserler üzerindeki hak sahipliği için de geçerlidir. Yani Bakanlık, kendisine aksi yönde bir yargı kararı gelmediği sürece, fiilî durumu sürdürmek zorunda. Aksi halde hukuken de, siyaseten de sorumlu olur.

Kültür Bakanlığı’nın uygulaması hukuksuz

Kültür Bakanlığı, yıllardır Risale basmaya devam eden bazı yayınevlerinin bandrol talebini, neşir yetkisine sahip olmadıkları gerekçesiyle reddetmiş. Siz fikrî haklar mahkemelerinin uzman bilirkişi listesinde yer alan akademisyenlerden birisiniz. Köprü Dergisinde bu konu ile ilgili bir makalenizin de olduğunu biliyoruz. Konunun uzmanlarından biri olarak bu hususta ne söylersiniz?

Haberlerden anladığım kadarıyla Kültür Bakanlığı bürokratları, belki de bir talep üzerine böyle bir uygulama başlatmışlar. Ancak uygulamanın oldukça sığ ve hukukî değerlendirmeden uzak bir bakış açısının sonucu olduğu açık.

Neden?

Anlaşıldığı kadarıyla Bakanlık bürokratları Risalelerin basılması yetkisini kanunî hak sahipliğine, kanunî hak sahipliğini de şeklî hak sahipliğine, yani veraset belgesi sahipliğine inhisar ettirmişler. Oysa Risaleler için olması gereken bakış açısı asla ve kesinlikle bu değil ve olamaz. Çünkü Nur Risaleleri telif hakkı sahipliği açısından oldukça ekstrem, yani uç ve özgün eserlerdir.

Risalelerle ilgili bu özel durumun sebebi nedir?

Bediüzzaman, eserlerini vakfetmişti. Eserlerinin telif gelirini de bu vakfın döner sermayesi olarak vakfetmişti. Bu vakfı yönetme işini ise, kendisinden sonra zor şartlarda bu işi yürütmeyi göze alacak olan talebelerinden oluşacak olan bir şahs-ı maneviye, yani bir tür derneğe bırakmıştı.

Bu güne gelindiğinde, anlaşılıyor ki bu neşriyat işini yürütmenin şartları önemli ölçüde kolaylaştı. Ama bu süreçte Bediüzzaman’ın vasiyet ettiği vakıf da, o vakfı yönetecek dernek de şeklen kurulmuş olmadığı için, telif haklarının kime ait olduğu meselesi muallakta kaldı.

Bu tartışmalar, umarım meselenin çözümüne katkı yapar. Ancak hukuken kalıcı çözüm için, kanaatimce, yeni bir içtihat ve belki de mevzuat düzenlemesi gerekiyor. Mevcut hukuk kuralları yeterli değil.

Vakıf kitap örneği başka yok mu? Emsal bulunamaz mı?

Kitabın telif haklarını mevcut bir vakfa bağışlamanın örneği var. Ama böyle bizzat kendisi vakfedilmiş ve tüzel kişilik kalıbına alınması öngörülmüş başka bir eserin varlığını bilmiyoruz.

Bilsek de bir mânâ ifade etmiyor, zira eserleri, rejimin eski sahiplerince, fiilen yasak kitap muamelesi gördüğü için vasiyeti kanunen hüküm ifade etmeyen bir kişinin iradesinden söz ediyoruz.

Müellifinin yaşadığı dönemde ve hatta sonrasında, bu eserler, hep, “yasak mı, değil mi” tartışmalarının etkisinde kalmış bir külliyattır. Dolayısıyla neşri zaten avantaj ve hak değil, hak sahipleri için dahi bir risk idi. Yanılmıyorsam, 1993 yılında, Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanı olduğu SHP-DYP koalisyon hükümeti döneminde Bakanlık tarafından yasak kitap listesinden çıkarıldı. O zamana kadar bu problemli durum sürdü.

Dolayısıyla eserlerle ilgili olarak müellifinin arzu ettiği hukukî düzen kurulamadı ve bu amaca yönelik bir tür defacto, yani fiilî durum yapıldı.

Bu durumda Risalelerin telif hakkı kime ait?

Kime ait meselesi şeklen ortada kalmış gibi… Zira zor şartlarda ve “hizmettir” diyerek basan ve sahiplenen herkes, o yetkiyi de sahiplenmiş. Ama bunların arasında kanunî mirasçılarının olmadığı açık.

Bakanlık telif haklarının kanunî varislerine ait olduğunu mu iddia ediyor?

Telif hakkının hem malî haklar ve hem de manevî haklar yönünden kanunî varislerine ait olmadığı açık. Hem miras bırakanın, yani Bediüzzaman’ın iradesi böyle, hem de kanunî mirasçıların elli beş yıllık sürece ait iradesi böyle.

Bakanlığın bu aşamada Bediüzzaman’ın kanunî varislerini yetkili saymak gibi bir yetkisi var mı?

Yok. Çünkü elli beş yıldan bu yana bir fiilî bir durum oluşmuş. Yıllardır basmaya devam eden yayınevleri engellenemez.

Hukukun genel prensiplerinden biri; Medenî Kanunun ikinci maddesindeki “hakkın kötüye kullanılması yasağı”nın bir görünüşü olan “çelişkili davranış yasağı”dır.

Bu yasağın Fikrî Haklar alanında da geçerli olduğu hususu yerleşmiş içtihatlarla kabul edilmiştir. Bu kurala göre, yıllardır fiilî duruma sessiz kalan ve basmak isteyenlere bandrol veren Bakanlık, bu gün durup dururken, “Ben artık bandrol vermiyorum” diyemez.

Bediüzzaman’ın bir kanunî mirasçısı “Ben hak sahibiyim, benden izin alınmalı” demişse…

Aynı durum bu halde de geçerlidir. Hatta evveliyetle geçerlidir. Zira kanunî varise Bakanlığın şunu söylemesi gerekir: “Bu güne kadar neredeydin, varis olduğunu yeni mi öğrendin? Uzun süre sessiz kaldın, demek ki fiilî duruma rıza gösterdin, artık hakkını kaybettin. Hukuk seni korumaz. Meşrû hak sahiplerini korur. Onların önüne geçme hakkın yok ve olamaz.”

Daha da önemlisi kanunî varislerden birinin tek başına yetkili olduğu da varsayılamaz. Yani kanunî mirasçılar birlikte hareket etmedikçe hak sahibi olduklarını iddia etmeleri dahi mümkün değil.

Bakanlık kanunî varislerden herhangi birini, basımları engelleme konusunda yetkili saymakla, “meseleyi mahkeme çözsün” demiş olmuyor mu?

Hayır, asla. Yine hukukun temel prensibidir. Bir mal nizalı bir hale geldiğinde dâvâ boyunca zilyedinin elinde kalır. Ortada bırakmak, sahipsiz bırakmak demektir. Fiilî zilyedinden alıp iddia sahibine vermek, mahkemenin yargılama bitmeden görüş açıklaması ve taraf haline gelmesi demektir. Olsa olsa, bilhassa zilyedinin malı kaçırma riski gibi hallerde, mahkeme malı iki taraftan da alıp yedd-i emine bırakmayı gerekli görebilir.

Menkul eşya için geçerli olan bu kural, gayr-ı maddî varlık sayılan telif eserler üzerindeki hak sahipliği için de geçerlidir. Yani Bakanlık, kendisine aksi yönde bir yargı kararı gelmediği sürece, fiilî durumu sürdürmek zorunda. Aksi halde hukuken de, siyaseten de sorumlu olur.

Neden?

Kendisini münhasır hak sahibi ya da üstün hak sahibi olarak gören bir kanunî mirasçı varsa, gider herhangi bir yayıncıya karşı veya Bakanlığın bandrol verme tasarrufuna karşı dâvâ açar, delillerini ortaya koyar, kazanırsa, Bakanlık onun gereğini yapar.

Aksi halde Bakanlık, durup dururken taraf olmuş ve kendisini de, Risaleleri de siyasî tartışmaların içine çekmiş olur. Bu sebeple bu hukuksuz ve işgüzarlık kokan uygulamadan bir an önce dönüleceğini ummak istiyorum.

Bakanlık kendiliğinden harekete geçemez mi, ya da bu olayda da kendiliğinden harekete geçmiş olamaz mı?

Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 47. maddesi açıktır. Bakanlığın kendiliğinden bir eseri korumaya alması için, önce Risalelerin memleket kültürü için önemi haiz olduğunu bir kararnameye bağlaması lâzım. Ama bunun için de meşrû yayın hakkı sahiplerinin eseri yayınlamaktan kaçınıyor olması lâzım. Risaleleri için böyle bir kaçınma yok. Aksine devlet Risalelerden kaçınıyor.

Risalelerin telif hakları Üstadın varislerine ait değil mi?

İki kavramı karıştırmayalım. Bakanlık kanunî mirasçı, yani kanunî varis arıyor. Oysa Bediüzzaman kanunî varis olarak talebelerini ve hatta onların oluşturduğu bir tüzel kişiliği işaret ediyor. Bu güne kadar da fiilen böyle gelmiş.

Tüzel kişilik meselesi nedir?

Bediüzzaman Risalelerin telif haklarını vakfetmiş. O günün şartlarında mahkeme tescili ile bir vakıf kurulamamış, ama bu vakıf ilgililerce hep “var” sayılmış ve buna göre hareket edilmiş. Bu yüzden 1960’ta Bediüzzaman’ın vefatında tereke hâkimliğince düzenlenen birkaç küçük menkul eşyadan oluşan terike listesinde eserler yer almıyor. Zaten kanunî varisleri de o tarihten beri vasiyetnamesine uymuş ve “biz hak sahibiyiz” demekten kaçınmış. Daha da önemlisi, kanunî varisleri fiilen var olan ve Risalelerin neşri işini yürüten bu şahs-ı manevînin üyelerine gidip “Bize de hak verin, kârdan pay verin” v.s. dememişler. Zira onlar da biliyorlar ki Risaleler üzerindeki malî haklar dünyevî anlamda kazanç getirecek türden bir hak değil. Vakıf meselesi de buradan çıkıyor. Satış gelirleri bir döner sermaye oluşturuyor.

Vakıf kurma isteğini gösteren bu vasiyetname nerede?

Bu vasiyetname arşivlerdeki bütün kitaplarında ve ilgililerin hatıratında var. Her ne kadar, bugünkü ve o günkü Medenî Kanun açısından gerekli şekle uyulmadığı için, şeklen geçerli bir vasiyetname değilse de vefatından sonraki elli beş yıllık mazi boyunca fiilen geçerli kılınmış.

O zaman Kültür Bakanlığının da bu vasiyetnameye önem ve değer vermesi gerekmez mi?

Elbette gerekir. Biraz evvel başka bir sorunuza cevap verirken de söylemiştim. Bediüzzaman’ın kanunî varisleri Risaleler hususunda varis değiller. Elli beş yıllık fiilî durum bunun delilidir ve yeterlidir.

Dün bir internet gazetesine verdiğiniz bir beyanınız var. Risale basanların hakkı engellenmemeli, aksi halde sansür sayılır diyorsunuz.

Evet. Haberlerden anladığım kadarıyla bir bürokratın bir tasarrufu var. Henüz siyasî iradenin, yani Bakanın ve Bakanlar Kurulu’nun bir tasarrufu ve kararı yok. Dolayısıyla düzeltileceğini düşünüyorum. Ama düzeltilemezse gerçekten hem de bu çağa hiç yakışmayacak biçimde bir tür fiilî sansür söz konusu olmuş olur. Zira bu halde Bediüzzaman’ın şeklî ve kanunî varislerinin tümünü bulup bir araya getirip ikna edemediği sürece hiç kimse Risaleleri basamayacak demektir.

Diyanet de mi basamayacak?

Elbette. Bediüzzaman’ın nihai hedefi Risaleleri Diyanetin de basması. Zira bu sayede Kur’ân’ın malı Kur’ân’ın muhafızına tevdi edilmiş olacak. Eğer uygulama sürerse bandrol alamayacağı için Diyanetin basması da mümkün olmayacak.

Bu uygulamanın sadeleştirmeyi engellemek için olduğu söyleniyor.

Hedef bu olabilir, ama fiilî duruma göre bu hedef görünmüyor. Çünkü öyle olsaydı, uygulamada sadece sadeleştirme adıyla basılanlar engellenirdi. Bu güne kadar bastığı gibi ve aynen basanlara, “hak sahipliği belgesi getirin” diyerek engel olunmazdı.

Risalelerin sadeleştirilerek basılması engellenebilir mi?

Bu konu telif eserlerin işlenmesi kavramı ile ilgilidir. Sahibinin sağlığında eser sahibinin kendisi ve vefatından sonraki yetmiş yıllık koruma süresinde de eserin hukukî sahipleri izin vermedikçe, hiç kimse eseri işleme hakkı sahip değildir.

Yetmiş yıldan sonra?

Yetmiş yıldan sonra Kültür Bakanlığı eseri korumaya alırsa, işlenmesi yine izne bağlanmış olur. Böyle bir koruma kararı yoksa, neşretmek gibi işlemek de herkes için serbest hale gelir.

Kültür Bakanlığı günü geldiğinde böyle bir koruma kararı alabilir mi?

Bediüzzaman 1960’ta vefat ettiğine göre, yetmiş yılın dolmasına 16 yıl var. O günün Bakanlığının tasarrufundaki bir mesele olacak. Ama bana sorarsanız, o tarihte hiç şüphesiz koruma altına alınmalı. Zira kanunun diliyle söylersek, Risalelerin “memleket kültürü için önemi haiz görülen bir eser” olma şartını sağladığında şüphe yok. Ancak bu “koruma”yı, eserlerin orijinal haliyle muhafazası şeklinde anlamak ve ayrıca devletçi bir inhisar olarak yorumlamamak gerekir.

Ama içinde rejim hakkında olumsuz fikirler olduğu ve dolayısıyla devletin beğenmeyeceği söyleniyor.

5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Türkiye’de demokrasiye geçildikten bir yıl sonra yürürlüğe girmiş demokratik bir kanundur. Bu kanunun böyle bir tasnifle hareket edeceğini ve ideolojiye ilişen yönleri bulunduğu gerekçesiyle “suçlu eser” ya da yasaklı eser olarak kabul edilebileceğini varsaymak, ülkedeki demokrasi fikrine ve bu fikrin Cumhuriyet dönemi siyasetindeki ilk sahibi Demokrat Parti mensuplarına ve icraatlarına haksızlık olmasından başka, bu fikrin dindarlar arasındaki ilk ve belki de tek sahiplenicisi Bediüzzaman’ın şahsına ve eserlerine de hakaret olur. Ama burası Türkiye. Sistem demokratikleştirilemediği için on altı sene sonra siyasette ve demokraside ne durumda oluruz bilinmez. Keşke bilebilseydik.

Yani Risalelerdeki rejime muhalif fikirler Bakanlık korumasına engel oluşturmaz diyorsunuz.

Evet. Eserin muhtevası ya da müellifinin kişiliği bu konu ile ilgili değil ve olamaz. Zira herkesin kendisine göre fikirleri olur. Böyle bir kriter koyduğunuzda, kimin fikrini esas alacaksınız? Önemli olan, bu eserlerin, objektif bakışla, yine kanundaki biçimiyle söyleyelim “memleket kültürü için önemi haiz görülen bir eser” olma niteliğini taşıyıp taşımadığı…

Kısa vadede bu meselenin sizce çözümü nedir?

Köprü dergisindeki makalemde de bu konudaki bütün ihtimalleri nazara alarak tekliflerimi belirtmiştim. Dileyenler Turgut Özal Üniversitesinin resmî web sitesindeki web sayfamdan da makaleme ulaşabilirler.

Kanaatimce kalıcı çözüm bir çatı tüzel kişilik kurmaktan geçiyor.  Müzik eserleri ya da sinema eserleri için meslekî birlikler kurulduğu gibi, Risaleler için de bir birlik kurulmalı. Telif haklarının korunması ve işleme eserlere izin verilmesi gibi konularda Mahkemelerle ve Bakanlıkla bu birlik muhatap olmalı. O zamana kadar da fiilî durum neyse devam ettirilmeli.

Bakanlık da bu konuda gerçekten amaca uygun ve hayırlı bir iş yapmak istiyorsa, fiilî durumu ve yerleşik uygulamayı bozacak adımlardan kaçınmalı ve gerekirse uygun mevzuatı da oluşturarak bu birliğin kuruluşuna ön ayak olmalı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*