Allah’a şükürler olsun ki, bana Risale-i Nur’u tanımayı nasip etti. Artık aradığımı bulmuştum… Risale-i Nur, iman ve Kur’ân hakikatlerini en muknî, en kesin delillerle ders veriyor, aklımı, kalbimi, ruhumu ve sâir duygularımı nurlandırıyor, tatmin ediyordu. Bütün sorularıma cevapları nur’lardan buluyor, bütün müşküllerimi hallediyordum.
Hayata veda edenlere yanıp tutuşuruz.Ya hayattakiler…
Ölümden önce hayatın kıymetini biliyoruz.
Bazı simalar vardır: Onlar sizin can dostlarınızdır.
İşte onlardan biridir Necdet Pehlivan.
Yetmişli yılların ilk yıllarında tanıdım onu…
Mütebessim bir sima, dâvâ dolu hayatı, temiz giyimi, dâvâya karşı sadakati…
Rica ettim hayat hikâyelerini yazmasını…
Ve lütfedip gönderdi.
Hizmet hayatı elbette bu satırlardan ibaret değil.
Bu vesile ile hayattakilerin kıymetini bilelim.
Öldükten sonra yanmayalım.
Özellikle Nur Talebeleri….
Onlar hayatın bir zinetidir.
Bir benlik abidesi hiç değildirler.
Doyulmaz bir kardeşliğin zevkini yaşadık yıllarca…
Hâlâ da yaşıyoruz.
Sanki bir ailenin fertleri gibi…
Hatta ondan da öte…
İşte kendi kaleminden Necdet Pehlivan…
BİR ‘MEKTUP’LA BAŞLAYAN SERENCAM…
Yıl 1969. Düzce Lisesi orta son sınıf öğrencisiyim. Okumayı çok seviyorum ve elime ne geçerse okuyorum. Düzce Halk Kütüphanesinin devamlı üyelerindenim. Okuduğum kitapların çoğu, ehl-i dünya, materyalist yazarların yazdığı romanlar, hikâyeler… Gazete bayiinden de sağdan, soldan rastgele gazete ve dergiler alıp okumaktayım. Birbirine zıt olan görüş ve düşüncelerin kafamda sağlıklı analizlerini yaşamadığım için kararsız gel-gitler içindeyim. Ne tam solcu öğretmenlerimin çizgisine geçebiliyorum, ne de dindar arkadaş ve akrabalarımın… Bir arayış içinde olduğumu hissediyorum, ama neye karar vereceğimi bir türlü kestiremiyorum.
O günlerde dindar kesimin okumakta olduğu ve benim de zaman zaman alıp okuduğum Bugün gazetesinin gençlik köşesine bir mektuplaşma yazısı gönderdim. Maksadım, Türkiye’nin Düzce’ye uzak şehirlerinden insanlarla yazışıp tanışmaktı. Yazımın yayın tarihinden bir hafta sonra muhtelif şehirlerden mektuplar gelmeye başladı. Postacı da ben de şaşırmıştık. Sayısı elliyi geçen mektuplara cevap yazmak kolay iş değildi. Bereket yaz tatilinde ve köyde olduğum için zamanım vardı. Mektup sahiplerinin birkaçı dışında hepsi dindar kişilerdi. Her biri sahip olduğu düşüncelerini bana empoze etmek istiyordu.
Mektuplaştığım kişilerden ikisi beni çok etkilemişti. İfadeleri çok içten, çok müşfik, çok kucaklayıcıydı. İkisi de İstanbul’da üniversite talebesiydi. Biri İktisat Fakültesinde okuyan Can Alpgüvenç, diğeri Yıldız Teknik’te okuyan Yusuf Mercan’dı.
RİSALE-İ NUR’LA İLK TANIŞMA
Yaz tatili sonlarında Can Alpgüvenç benimle bizzat tanışmak üzere Düzce’ye geldi. Karşılaştığımda çok sevinmiş, heyecanlanmıştım. Çok şık, çok zarif, çok cana yakın, samimî, müşfik bir insandı. Çayhanede çaylarımızı yudumlarken epey sohbet ettik. Bana yaratılışımızın, dünyaya gelişimizin, dünyaya gönderilişimizin gayesi hakkında bilgiler verdi. Rabbimizi nasıl tanıyıp O’na iman ve itaat edeceğimizi anlattı. Çantasından birkaç küçük kitap çıkarıp bana hediye etti ve “İşte” dedi. “Yaratıcımızı ve bizi en iyi tanıtan kitaplardan birkaçı.” Küçük Sözler, Tabiat Risalesi, Gençlik Rehberi.
Böylece Risale-i Nur’la ilk tanışmamız başlamış oldu. Çok sevinç içindeyim. Artık çok kıymetli bir ağabeyim vardı ve ona böyle değerli vasıfları kazandıran eserlerle de tanışmak nasip olmuştu. Kısa bir süre sonra Can Abinin dâveti üzerine İstanbul’a gittim. Orada Nurları okuyanlarla tanıştım. Medrese, dershane-i Nuriye, Nur Talebesi, Nur cemaati, kardeş, ağabey gibi kavramları öğrendim. Gördüğüm, dinlediğim, kucaklaştığım Nur Talebeleri o ana kadar çevremde hiç görmediğim nitelikte insanlardı. Her biri sevgi, şefkat, tevazu, ihlâs numunesi idiler. İçleri nur, dışları nurdu. Dünyada cennet hayatını yaşıyor gibiydiler. Bu arada Yusuf Mercan Ağabeyle de bizzat tanışmış oldum. O da Beşiktaş Dershanesinde kalıyordu. Dershane hayatını ilk kez orada yaşadım. Nurlar nasıl okunur, nasıl mütalâa edilir, nasıl yaşanır, müşahade ettim.
BÜTÜN SORULARIMIN CEVAPLARINI BULDUM
Düzce’ye döndüğümde, en samimî okul arkadaşım İsmail Özdemir’e başımdan geçenleri anlattım ve ikimiz Nurları okumaya, yaymaya başladık.
1969-1970 öğretim yılında, İsmail Düzce Sanat Okulunda, ben de Bolu Erkek Öğretmen Okulunda tahsile başladık. Hafta sonlarında, tatillerde hep beraberiz. Zamanla dairemiz genişlemeye başladı. Düzce’de Osman Akdüz, Hayri Kadıoğlu, İsmail Ekren, Osman Kurt, Ferhat Savaş gibi kardeşlerle cemaatimiz oluşurken, Bolu’da da Sadi Karamık, Teoman Keskin, Abdullah Topçu, İbrahim Çiğdem, Ramazan Durgun vesâir kardeşlerle Nurun yeni bir halkası teşekkül etmekteydi. 1970 yılında hem Düzce’de hem Bolu’da ilk dershane-i Nuriyelerimiz hizmete açılmış, Nurun bayrağı dalgalanmaya başlamıştı.
Artık aradığımı bulmuştum. Allah’a hadsiz şükürler olsun ki, bana Risale-i Nur ve cemaatiyle tanışmayı, buluşmayı, kaynaşmayı nasip etmişti. Risale-i Nur, iman ve Kur’ân hakikatlerini en muknî, en kesin delillerle ders veriyor, aklımı, kalbimi, ruhumu ve sâir duygularımı nurlandırıyor, tatmin ediyordu. Bütün sorularıma cevapları Nur’lardan buluyor, bütün müşküllerimi hallediyordum.
NURLARI OKUDUKÇA İMANIMIN GÜÇLENDİĞİNİ HİSSEDİYORDUM
Nurların dili çok zengin, üslûbu kucaklayıcıydı. Kur’ân’ın hakikatlerini en yeni izah tarzlarıyla, ilmî olarak açıklıyor, ispat ediyordu. Yaratıcımızı sıfatlarıyla, isimleriyle ve varlıklar üzerindeki tecellileriyle öğreniyorduk. Tahkikî iman derslerini, okulda okumakta olduğumuz fen bilimlerindeki verilerle tahsil ediyorduk. Okuyup mütalâa ettikçe imanımız güçleniyor, imanımız güçlendikçe Allah’a kulluk etme ihtiyacımızı hissediyorduk. Tadil-i erkân ile namaz kılmaya, tesbihat yapmaya, farz emirleri ifâ etmeye, kebairden uzaklaşmaya, Sünnet-i Seniyyeyi yaşamaya Nurlardan aldığımız iman ve Kur’ân dersleri sayesinde başladık. Nurlar her hususta insanı istikamet üzere yaşamaya sevk eden derslerle doluydu. Hayatımızın her safhasında, her diliminde bize rehberdi. Dinî, siyasî, içtimaî her alanda.
Nurlar sayesinde hayatım düzene girmişti. Artık hayatımın gayesi Rabbimi tanıyıp iman etmek ve O’na kulluk görevini yapmaktı. Bundan böyle Nurları satır satır, kelime kelime okuyacak, anlamaya, nefsime kabul ettirmeye ve ihlâsla yaşamaya çalışacaktım. Daha da önemlisi, Nurları benim gibi muhtaç insanlara tanıtmak, neşretmek, diğer insanların imanlarının kurtulmasına hizmet etmek gibi bir vazifem de vardı. Bu yolda karşıma ne engel çıkarsa çıksın, asla yılmayacak, vazgeçmeyecektim. Sabırla, sebatla, ihlâsla, sadakatla, tesanüdle yoluma devam edecektim. Bu hususta Üstadımın hayatı, Nur Talebelerinin cesaret ve feragatleri bana en güzel bir örnekti. Bu hizmetin hadimleri inayet altındaydı. Kur’ân hizmetkârlarının her birinin koruyucusu Allah (cc) idi. Nur Talebelerinin arkasında İmam-ı Ali (ra), Gavs-ı Azam (ra) ve Üstadımız vardı. Karakollar, mahkemeler, hizmet macerası, hapishaneler Medrese-i Yusufiye idi.
ÖĞRETMEN OKULUNDAKİ HİZMETLER…
Öğretmen Okulunda yatılı okuyordum. Eğitim-öğretim çok sıkı idi. Hocaların çoğu materyalist düşünce sahibi, sosyalist, komünist kimlikli kişilerdi. Daha kötüsü, manevî değerlere, düşüncelere, hayat tarzlarına düşman ve saldırgan tiplerdi. Talebelerin neler okuduklarını, hayat tarzlarını sıkı takip ederlerdi. Bu yüzden okulda Nurları kapaklarını değiştirerek okurduk. Kardeşlerle namazlarımızı da kalorifer dairesinde beton zemin üzerinde kılardık. Müsait yer olmasına rağmen okul idaresi taleplerimizi reddederdi. Bir takım tedbirlere başvurmakla beraber biz yine okulda Nurları okumaya, tanıtmaya devam ederdik.
1971’de Türkiye ilk defa anarşiyle tanışmış, AP hükümeti 12 Mart Askerî Muhtırasıyla görevden uzaklaştırılmış, ülkede sıkıyönetim ilân edilmişti. Nur Talebeleri takibat altındaydı. Birçok yerde ders yapılan mekânlar emniyet görevlilerince basılıyor, Nur Talebeleri tutuklanıp mahkemelere sevk ediliyordu. Bu olaylar radyoda baş haber olarak yayınlanıyor, Nur Talebeleri hakkında olumsuz yorumlar yapılıyordu. Maksat insanları korkutmak, yıldırmak, Nurlardan uzaklaştırmaktı. Neticede Nur Talebeleri mahkemelerde beraat kararı alıyor, hizmetlerine devam ediyorlardı, ama bu beraat kararlarını ne radyolardan dinlemek, ne de gazetelerden okumak mümkün olmuyordu.
O günlerde okulumuzdan bir grup kardeşle yakın bir köyün camiinde namaz kılmış, cemaatle tanışmış ve haftaya tekrar geleceğimizi söylemiştik. İkinci hafta ben biraz rahatsız olduğumdan dershaneye gittim. İstanbul’dan gelen iki misafir kardeşle ilgilendim. Ertesi gün yani Pazar günü kardeşlerle kır dersine gidecektik. Ne var ki o gün kimse gelmeyince şüphelendik ve ben okul yoluna koyuldum. Meğerse o akşam kardeşler söz verilen köy camiine gitmişler. Çıkışta jandarma kardeşleri tutuklamış ve karakola götürmüş. Okula geldiğimde herkes bu olayı konuşuyordu.
Akşam okulda etüt saatlerinde nöbetçi öğretmenler öfkeli bir şekilde baskından bahsediyor “Vay be! Okulumuzu Nurcular sarmış da haberimiz olmamış…” diyorlardı. Tabiî ben de elimde Nurculuk Dâvâsı isimli kitapla arkadaşlarıma bol bol Nurculuğu anlatma fırsatı bulmuştum. İkinci etüt saatinde tutuklanan kardeşler okula geldiler. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmışlardı. Daha sonra da mahkemede beraat ettiler. Yalnız Ziraat Teknisyeni Sadi Karamık ile ODTÜ öğrencisi Eşref Edip bir süre hapiste yani Medrese-i Yusufiyede talim ettiler. Bu olaydan sonra okulda kardeş sayısının daha da arttığını söylemeliyim.
OKULDA SORGUYA ÇEKİLDİK!
1972’de son sınıftayken bir yandan Nurların tanıtımını yapıyor, bir yandan yeni çıkan Yeni Asya’mıza abone topluyor ve diğer yayınlarımızı pazarlıyorduk. Ben de o günlerde yayınlarımızdan yeni çıkan Hekimoğlu İsmail’in “Düşünceler ve Yapraklar” isimli kitaplarını öğrencilere tanıtıp 75 adet satmıştım. Bir akşam idareden gelen bir emirle kitaplar toplatıldı ve ben ifade vermek üzere disiplin kuruluna çağırıldım. Kurul başkanı bana bu kitapları okul idaresine haber vermeden niçin sattığımı, arkamda kimlerin olduğunu, herhangi bir örgüte üye olup olmadığımı sordu. Bu kitaplarda irticaî düşünceler ve propagandalar bulunduğu, Nurculuk propagandası yaptığı, edebiyat öğretmenlerince tesbit edildiği ve yaptığım işin suç olduğunu söyledi. Kitapların içindeki makalelerden altı çizili yerlerden okuyarak birçok sorular sordular. İki saat ayakta ifade verdim.
O günlerde dershanede en çok okuduğumuz mahkeme müdafaaları olduğundan kendimi bir an için Zübeyir Ağabeyin, Sungur Ağabeyin yerine koyarak cesaret ve metanetle cevaplarımı verdim. İddialarının aksini savundum ve sonunda bu kitapların sıkıyönetimin olduğu bir zaman neşredilip, ülkemizin her tarafında serbestçe okunan kitaplar olduğunu, edebiyat öğretmenlerinin bu kitapları suçlayıcı bilirkişi vasfı taşımayacaklarını, ancak mahkemenin tayin edeceği bilirkişi heyetinin karar verebileceğini ifade ettim. Neticede bana 15 gün okuldan uzaklaştırma ve ahlâk notumdan 6 puan indirme cezası verdiler. Ben de 15 gün bol bol Risale okuma ve kardeşleri ziyaret etme imkânına kavuşmuş oldum.
“MEB TALİM TERBİYE DAİRESİ ” KİTAPLARIMIZI TAVSİYE ETTİ
Olayı gazeteye bildirdim. Can Ağabeyler okul müdürünü arayıp fırçalamışlar. Sonra bizzat okula geldiler ve müdürle konuştular. O yılın Mayıs ayıydı ve biz mezuniyet imtihanlarına hazırlanıyorduk. Bu sınavlar çok zorluydu ve Haziran’da mezun olmak her yiğidin harcı değildi.
Bir gün Cuma namazına giderken okul idaresinin yazıcı memurlarından biri arkamdan seslenerek “Müjdemi isterim Pehlivan” dedi ve devam etti: “Senin o disiplin cezası vardı ya, işte o geri çekildi ve sen tam beraat ettin. Toplanan kitaplar da sahiplerine iade edilecek.”
“Şaka yapmıyorsun değil mi?” dedim. “Nasıl olur?”
“Senin o gazeteci arkadaşların geldikten sonra okul müdürü senin disiplin olayını Millî Eğitim Bakanlığı’na bildirdi ve kitapların suç unsuru taşıyıp taşımadığını sordu. Cevabi yazı Talim Terbiye Dairesi’nden geldi. Şöyle deniliyor: ‘Gönderdiğiniz kitaplar kurulumuzca incelenmiş olup, okulunuz öğrencilerince okunmasında bir mahzur olmadığı gibi tavsiye de edilebilir.’”
Biz o gün Cuma ile birlikte iki bayramı birlikte yaşadık. Din karşıtı olan öğretmenler şoke oldular. Kitaplar tekrar sahiplerine iade edildi ve ben okulu derece alarak Haziranda bitirdim. 1 Ağustos’ta ilk maaşımı alarak, Çorum’da göreve başladım. Dedim ya biz inayet altındayız, Allah’a hadsiz şükürler olsun.
MEDRESE-İ YUSUFİYE’DE YAŞADIĞIMIZ İNAYETLER…
Hizmet hayatında ilginç hatıralar çoktur. Her Nur Talebesinin hayatı bir destandır, bir romandır. Başımdan geçen olaylardan birini daha anlatıp bitireyim: Yıl 1980. Düzce’de bir okulda idareciyim. Eylül ayında 12 Eylül darbesi yapıldı ve cuntacıların rejim-i münafıkanesi yürürlüğe girdi. Tabiî bütün darbe dönemlerinde olduğu gibi Nur Talebelerine baskınlar yapılmaya, tutuklanmaya, mahkemelere sevk edilmeye başlandı.
Komünist öğretmenlerin ihbarı üzerine biz de Bolu Komando Tugayı’na çağrıldık. Emniyetten iki polis geldi ve bana “Yarın saat 10.00’da belirtilen yerde olman gerekiyor. Biz seni tanıyor ve güveniyoruz. Seni tutuklamış olmayalım, sen kendin git” dediler.
Ertesi gün çantamı hazırladım. Yanıma Cevşen ve Risale alarak Tugay’a gittim. İki astsubay ifademi almaya başladılar. Suç iddiaları: 1- Okulda Yeni Asya yayınlarından irticai fikirler içeren kitapları sınıflara dağıtmak, demirbaşa geçirmek. 2- Evinde çok sayıda kişiyle Nurculuk ayinleri düzenlemek. 3- Said Nursî’nin kitaplarını mevlid, sünnet gibi törenlerde satmak. 4- Eşiyle birlikte evinde gizli Kur’ân Kursu vermek vb.
Verdiğim sözlü ifade askerlerin hoşuna gitmedi tabiî. “İnkâr etme hoca, aleyhine bir sürü kesin deliller var. Bizi uğraştırma” gibi öfkeli sözler söylediler ve tutuklama emri verdiler.
Mevsim kıştı. Kaloriferli bir koğuşa götürdüler. İçeride 15 kadar ülkücü vardı. Akşam namazını birkaç ülkücüyle cemaatle kıldık ve Cevşen okuduk. Burada ne kadar kalacağım belirsizdi. Suçlu gördüklerini Gölcük Askerî Mahkemesine sevk ediyorlardı. Benim için de Medrese-i Yusufiye hayatı başlamıştı. Allah Kerimdi. “Tevekkeltü alellah” diyerek, teslimiyetle yatağıma uzandım.
Üç gün sonra beni tekrar ifadeye çağırdılar. Aynı kişilerle, tefriş edilmiş bir odaya oturduk. Komando astsubay bir dosya çıkarıp karıştırmaya başladı. Ben de o arada Yunus, Eyyüb peygamberlerin duâlarını okumaya ve hafiften adamın yüzüne üflemeye başladım. Astsubay dosyayı bir kenara fırlattı ve “Ne içersin Müdür Bey, çay, ıhlamur, sigara?” diyerek söze başladı. Hayret! Önceki tavrından eser yoktu. “Kusura bakma, bizim buralarda anarşik olaylar olmadığı için böyle ıvır zıvır meselelerle uğraşıyoruz. Yüzbaşım, senin hakkındaki suçlamaları yerinde inceleme, soruşturma emri verdi. Birkaç gün içinde sonuçlanır” dedi. Birkaç çay içtikten sonra koğuşa geri döndüm.
Yedinci gün tekrar ifadeye çağrıldım. Astsubay bana daha centilmence davrandı. Çaylarımızı yudumlarken soruşturmada hakkımda ifade verenlerin yazılı ifadelerini önüme koydu ve “Bak, dostunu düşmanını tanı” dedi. Neticede yarım sayfalık birlikte bir ifade metni hazırladık ve imzaladık. Onuncu gün bir komanda çavuşu geldi: “Eşyalarını al, beni takip et” dedi. İki yüzbaşı, iki astsubay başçavuşun bulunduğu bir odaya geldik. Yüzbaşılardan biri elimi sıkarak söze başladı: “Senin dosyanla ben ilgilendim. Şikâyetçi olunan hususları mahallinde soruşturdum. Hakkında yapılan suçlamalar asılsız çıktı. Sen çevresinde sevilen ve sosyal ilişkilerinde örnek gösterilen bir eğitimcisin. Seni burada biz bir misafir gibi kabul ettik. Bu yüzden saçına, bıyığına dokunmadık. Yalnız bir şey söyleyeyim: Eşiniz Kur’ân okutacaksa, müftülükten izin alarak yapsın bunu. Şu andan itibaren serbestsiniz. Görevinizin başına dönebilirsiniz. Millî Eğitim Müdürü’nü çağırdım. Seni arabasıyla alıp okuluna götürecek. İşlerinde başarılar dilerim…”
Ben de kendilerine gördüğüm iyi muâmeleden dolayı teşekkür ederek ayrıldım ve ertesi gün göreve başladım. Yalnız unutmadan söyleyeyim: O zaman Tugay komutanı rahmetli Eşref Bitlis’ti.
NİYAZIM ODUR Kİ:
Şimdi Risale-i Nurları tanıyışımızın 44. yılındayız. Nurları aynı yıl beraber tanıdığımız İsmail Özdemir kardeşimle beraber Allah’a şükrediyoruz.
Rabbimden niyazım odur ki; bizi son nefesimize kadar Nurları okumayı, anlamayı, nefsimize kabul ettirmeyi, ihlâsla yaşayıp hizmet etmeyi nasip etsin. Amin…
Benzer konuda makaleler:
- Risale-i Nur inkâra karşı sarsılmaz güç
- Risale-i Nur hizmetinin meşakkatindeki lezzet
- Hatıralarla Bediüzzaman
- Risale-i Nurlar ve askerlik hizmeti
- SAMİ CEBECİ:Risale-i Nur, insanları kardeşlik potasında eritti
- Nurların dili
- Rusya’da Risale-i Nur’un hukuk zaferi
- Şamda Risale-i Nur Günleri
- O dâvâ adamını tanımaktan şeref duyuyorum
- ‘Gülistan’da Bediüzzaman Mevlidi
İlk yorum yapan olun