“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar”

Miladî 571’de cemâlini gösteren ve sonrasında Mekke’yi, Medine’yi âyet âyet aydınlatan nur, o gün bugündür dünyamızı aydınlatmaya devam ediyor. Karanlıklar ve kararsızlıklar arasında yuvarlanan insanlığın imdadına yetişen bu nurun cazibesine kapılıp etrafında pervane olanlar olduğu kadar, bu nurun dafiasıyla uzağına fırlayanlar, hırlayanlar ve kurtuluş ihtimallerini sıfırlayanlar da var.

Kur’ân’ın ve Risâlet-i Muhammedîyenin (asm) bu ahirzamandaki bir tecellisi olan Risâle-i Nurlara gelince, yine aynı mânada bir câzibe-dâfia (çekme-itme) özelliklerine sahip olduğu açıkça görülüyor. Yani meseleye sadece insanların onu anlayıp anlamaması açısından bakılırsa, sadece “insan” unsuru baz alınırsa, o zaman insana ait olan “anlamama” algısı, “anlaşılmama” şeklinde esere yüklenir, “bu insan bu eseri anlamıyorsa, öyleyse bu anlaşılmazdır” denilir, hataya düşülür.

Halbûki Risâle-i Nur’daki temsiller ve anlaşılmayı kolaylaştıran anlatım sayesinde, en derin hakikatleri, sade insanlar bile anlayabiliyor; kalp, dimağ, ruh ve duyguları tatmin oluyor. Üstelik bir de manevî lezzet alındığı için tekrar tekrar okunması bıktırmıyor. Halbukî (kader meselesi, haşir gibi) bazı hakikatleri, büyük âlimler bile “anlaşılmaz ve anlatılamaz” deyip, değil geniş kitlelere, yüksek seviyedeki insanlara bile anlatamazken, Risâle-i Nur, bütün şüphe ve tereddütleri izale edecek şekilde anlatır. Ve zaten Üstâd da “demek Risâle-i Nur’daki sühûlet-i beyan (kolay anlatım), inayet-i İlahîyedir, onun müellifinin hüneri değildir.” diyor.

Ayrıca Risâle-i Nur’da var olan “cazibe” ve “dafia” özellikleri de dikkate alınmalı. O da, insanları kabul edip etmeme makamındadır. O öyle bir hidayet nurudur ki, dilediğinin kalp ve dimağına açılır, dilediğine açılmaz.

Usandırmama ve bıktırmama özelliği de Kur’ân’dan geliyor. Zira, “Kur’ân kalplere kuvvet ve gıdadır. Ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha me’lûf ve me’nûs (alışılan ve yakınlık duyulan) olduğundan lezzeti artar.” (Mesnevî-i Nuriye)

“Manevî bir elektrik olan Resâil-in Nur (Nur Risâleleri) dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’ân’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir. (Bkz. 1. Şuâ)

Eserlere verilen isim bile rastgele olmamıştır. İşte Üstâd’ın kendi beyanı: “Risâle-i Nur denilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle, karyem (köyüm) Nurs’tur, merhum vâlidemin ismi Nuriye’dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadirî üstâdlarımdan Nureddin, Kur’ân üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlarıdır. Hem kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden nur temsilleridir. Hem hakaik-i İlahîyede müşkilâtımın ekserini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranîsidir. Hem Kur’ân’a şiddet-i şevk ve inhısar-ı hizmetim için hususî imamım Osman-ı Zinnureyn’dir (ra). (Şuâlar)

“Bu risâlelerin heyet-i mecmuasına Risâle-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlâhî olduğuna bütün imanımla kaniim.” (Şuâlar)

Günümüz “sadeleşme” meraklıları, gelsinler asıl sadeliği Üstad’ın hayatında bulsunlar. Her şeyi maddede arayanların hükümran olduğu; materyalist yorumlar ve seküler yaklaşımlarla zihinlerin allak bullak edildiği bir zamanda, ilim ve irfan sahasında hakikî “tevhid-i kıble” yi onda görsünler. Risâlelerin te’lifi esnasında Kur’ân’dan başka yanında eser bulunmamış. Kur’ân, Kâinat Kitabı ve Risâle-i Nur..

Yeme, içme, barınma gibi zarurî ihtiyacında bile azamî iktisada riayet etmiştir. Eşref Edip de bunu şöyle dile getiriyor: “Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddi eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir.(…) Temizliğe fevkalâde îtina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.”

Hülâsa denilebilir ki, Bediüzzaman’ın her cephesinde orijinallik, aslına uygunluk, sadelik, sâfiyet, iktisada riayet ve eşyanın hakikatına mazhariyet vardır. “Risâlelerin dilini anlamıyorum” diyenlerin asıl anlamadığı, risâlelerdeki yüksek ilimlerdir ve asıl problemleri de, Bediüzzaman’ın açtığı yola sadakatle girememektir. Bunu basit bir misalle açalım isterseniz:

İşte Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın izniyle ve Resûlünün talimatıyla bu zamanda bir “Cadde-i Kübra-i Kur’ânîye” yolunu açmıştır. Aslolan, ara sokaklara sapmadan bu caddede yürüyebilmektir. Ve Üstâd uyarıyor: “Cadde-i Kübra-i Kur’ânîye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var.”

İşte bu caddede yürümekte zorlananlar, (dünyevîleşme, modernleşme, vesaire gibi) ara sokaklara sapma temayülünde olan bir kısım kardeşler dönüp diyorlar ki, “Biz bu ifadeleri değiştireceğiz. Meselâ, ‘Cadde-i Kübra-i Kur’ânîye’ terkibini ‘Kur’ân’ın büyük caddesi’ olarak yazacağız.”

Sanki ifadeyi değiştirmekle, o büyük caddede sadakatle yürüyebilecekler ve o yüksek ilimleri kavrayabileceklerdir. En iyisi biz de Üstad’ın, Eşref Edib’e dediğini diyelim: “Risâle-i Nuru anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar.”

Vesselâm!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*