Risâle-i Nur’u sadeleştirmeye kimsenin hakkı yoktur

1. Sadeleştirme olayı Risâle-i Nur’a âşık olanlar arasında ihtilâfa yol açmamalı!

Son zamanlarda konu ile alâkalı ciddî bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalâletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı. Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihî bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, elbetteki Bediüzzaman’ın eserlerine yapılan muâmele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.

Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risâlelere yakışmadığını, Üstad’ın tesbitleri ve ilmî kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde Üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.

Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risâleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve Üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsanî Hakikatlar ve Zirve-i Tevhîd gibi eserleri Risâlelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir. 1

2. İlmî eserler üç çeşit üslûp ile yazılır ve bunlardan üslûb-u âlî kısmı sadeleştirmeye gelmez

Üslûp, usûl, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslûbunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üslûba sahip olmaktır.

Bediüzzaman Hazretleri, Muhâkemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilâveleri ve misallerle bu tesbiti aktarmaya çalışacağız:

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslûb elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini hikâye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise hikâye ettiği şeye hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ her bir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Buna sade üslûp da denir. Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları misal olarak verilebilir. Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektub’da Peygamberimizin (asm) mu’cizelerini anlatırken bu üslûbu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.

Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve âlet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma), ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selâmet ve selâset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslûb-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üslûptur. Bunun sahibi mânânın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler. Abdülkahir Cürcani’nin “Delailü’l-İ’câz” ve “Esrarü’l-Belâga”sında, Sekkâkî’nin Miftahu’l-Ulûm adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelâmları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.

Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasî konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Yani yüksek üslûptur. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Benim kanaatim Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamen üslûb-u âlî ile kaleme alınmıştır. Özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alâkalı meselelerde Elmalılı üslûb-u âlîyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslûp ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği, müellifi bu üslûbu kullanmaya mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman’ın da dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’îdir.

Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (Âyetü’l-Kübra Risâlesi, 2. Şuâ ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlik kurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usûlüd’din yani kelâm ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir. Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullanılan üslûp ile Bediüzzaman Hazretlerinin âlem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanılacak üslûp bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. 2

Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır: “Bizim lisenin edebiyat kitabında üslûp üç türlüydü: Üslûb-u sade, üslûb-u müzeyyen, üslûb-u âli. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. Âlisine gelince: Zemin çâk, asuman çakçâk olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.

Biz üslûp diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hâmid de âlisine meraklıydı. Sonra Meşrûtiyet’te bir silâh üslûbu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.”

3. Risâle-i Nur’da Bediüzzaman müellif değil sadece bir tercümandır; bu sebeple sadeleştirme manen engellenmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin birçok yerinde Risâle-i Nur’un Kur’ân’ın hakikî tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını Üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 âyetten süzülen bir manevî reçete olduğunu ifade etmiştir.

Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risâle-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile Üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tesbiti Üstad’dan aynen dinleyelim:

“Onbirinci Mektub, dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektupları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele]den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-i perişanî sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden, bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.’’ 3

Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.

4. Nur Talebelerine düşen vazife: İzah, tefsir ve tanzimdir
Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman’ı gönülden sevenlere düşen vazife, yine Üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.

Nitekim Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:
“Bu dürûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri—ulûm-u imaniye cihetinde—yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risâle-i Nur eczaları, Kur’ânın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” 4

“Evet Risâletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’ân’ın Kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.

“Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risâle-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.

“Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şuâ’nın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risâle-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risâle-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.’’ 5

Bu açık beyanlar ve ağabeylerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye Üstadın söylediği “Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur” hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.

Bir Nur Talebesi, Risâle-i Nur’u atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslûbuyla açıklayabilir. Risâle-i Nur’a dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risâle-i Nur’u istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama Üstad’ın bile “Bize manen izin verilmedi” dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risâle-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Dipnotlar:   
1-  http://www.yesilhoca.com/
2- Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, sh. 109-111.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Fihrist, sh. 38-39.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat,  sh. 426.
5- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat,  sh. 371-372; Kastamonu Lâhikası, sh. 56-57.

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. Üstadin mübarek agzindan cikip Risaleler olarak Külliyatta vücut bulan Nurun kudsi hakikatlerindeki orijinal tatlilik ve ünsiyeti baska eserlerde bulamiyoruz.

    Sadelestirme müptelalarina kendilerinin anlayacagi bir örnek vereyim. Cay tiryakisine pasa cayi veriyorsunuz. Buyrun sadece siz icin!

  2. Hilal TV’de dün gece İsmail Mutlu (diye bir “nur talebesi” diyeceğim, çünkü 40 yıldır nur hizmetinin içinde olduğunu söyledi), konuşmasında Risale-i Nur’un sadeleştirilmesini savunan şu anlamda bir söz söyledi; “Kur’an vahy iken meali yapılırken, Risale-i nur ilham olduğu halde niye sadeleştirilmesi yapılamasın?” Bu söz ilk önce kıyas-ı maalfarık’tır. Yani yanlış kıyastır. Meal ayrı şeydir, sadeleştirmek ayrı şeydir. Bir dilden başka bir dile tercüme başka, bir dilden yine aynı dile anlaşılması için başka bir şekle sokulması yani sadeleştirilmesi başka bir şeydir..

    İkincisi: Kur’anın aslı ortadadır ve değişmemiştir. Yine bütün müslümanlar kitaplarını aslına sadık olarak ibadetlerinde okumaktadır. Mealinin ile arapça dilindeki mananın, aynı manada olduğunu savunmak cehaletin bir göstergesidir. Kudsiyetinden birçok şey götürür. Aynı şey sadeleştirme için de geçerlidir. Madem Risale-i Nurlar kudsidir ve Kur’an’dan lemean ettiğinden hak ve hakikattır (çünkü doğruya delil olan vicdandaki ve akıldaki ve kalplteki şahite sorulsa öyle der), öyle ise sadeleştirenler, üzerlerine Risale-i Nur külliyatının sadeleştirilmiş halidir deyip Üstadın yerine kendi isimlerini üzerlerine yazmalıdırlar . Kur’an-ı Kerim meallerinin üzerlerine, “Ku’an-ı Kerim Meali” yazıp, meali yapanların isimleri yazıldığı gibi yapmalıdırlar. Hak ve hakikat, kudsiyet ve Allah ve Ahiret korkusu böyle yapmalarını gerektirir.

    Üçüncüsü: Üstad hazretleri hayatında böyle bir şeye izin vermediği gibi varisleri olan talebeleri de vermemektedir. Neye dayanarak böyle sadeleştirme cür’etine kapılıyorlar? Allah’tan korkusu yok mudur bu insanların? ancak yukarıda geçtiği şekilde Üstad bir izin veriyor, bunun dışında başka bir şekilde, özellikle sadeleştirme yapmak, doğru değildir: “Belki inşaallah, şu cüz-ü tefsir (İşaret-ül İ’caz risalesi) ve altmışaltı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risaleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ani yazsın, inşaallah…(İşaret-ül İ’caz)”

    Risale-i Nurların müellifi Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bir noktasına dahi ilişmeye ve değiştirmeye kendisini mezun kılmazken ve titrerken bize ne oluyor ki hiç çekinmeden ve pervasızca bu konuda kendimizi yetkili görüyoruz? Allah’tan korkulması gerekir herhalde? Risaleler bu şekliyle daha doğru anlaşılacağı içindir ki herhalde Üstad Hazretleri izin vermiyor?

    Bununla ilgili olarak çok şey yazılıp çizildiğinden fazla şey yazmaya gerek yoktur diye düşünüyor. Bazı şeyleri anlamak için bazı kimselere, 40 yıl beklemek gerekiyor galiba? Ne diyeyim? Hak ve hakikatın kudsiyetine hürmet için Allah insaf ve iz’an versin.. amin

    Bununla ilgili olarak çok şey yazılıp çizildiğinden fazla şey yazmaya gerek yoktur diye düşünüyor. Bazı şeyleri anlamak için bazı kimselere, 40 yıl beklemek gerekiyor galiba? Ne diyeyim? Hak ve hakikatın kudsiyetine hürmet için Allah insaf ve iz’an versin.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*