Mücahit BİLİCİ: Risalelerin sadeleştirilmesi yanlış

Mücahit Bilici: Kemalistler, insanları laikleştirmek ve Müslümanlıktan uzaklaştırmak için Türklük vurgusu yaptılar. Şimdi de Türk yapmak için, devletleştirmek için Müslümanlık vurgusu yapılıyor. Ana saik; devletin bekası ve Müslüman ulusu inşa etmektir.

Sosyolog-Yazar Mücahit Bilici, Yeni Asya’nın sorularını cevaplandırdı:

Laikçi Kemalizm bitti, yeşil Kemalizm başladı


Risale-i Nur’daki milliyet ve milliyetçilik kavramları ışığında ulusların heykel kültü ve lider içgüdüsünün sosyolojik temelini nasıl yorumlarsınız? Geçtiğimiz günlerde Lice’ye Masum Korkmaz’ın heykeli dikildi ve kısa bir süre sonra da olaylı bir şekilde yıkıldı, bütün bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Uluslar, şahs-ı maneviler bir takım sembollere ihtiyaç duyarlar. Meselâ, mü’minler topluluğu bir şahs-ı manevidir, ümmet-i Muhammed (asm) bir şahs-ı manevidir. Onların bazı sembolleri vardır, Kâbe meselâ… Uluslar da bir şahs-ı manevidir ve müşahhas bir yüzü olmadığı için ona bir yüz kazandırmak bir şahsiyet vermek için ona bir baş atfedilir genellikle. Laik milliyetçilikte; Ulu önderler, Führerler, geçmişte Firavunlar, Şeddadlar çıkmıştır ve bunların çoğu zalim olmuştur, çünkü hak etmedikleri bir makama konuyorlar yani hükmetme anlamında Allah’a ait olan bir makama konuyorlar ve bu Allah’a karşı mübareze eden bir şahs-ı manevî de olabiliyor. Bir şahsın ene’si kabartılıyor bir ulus kadar büyüyor ondan sonra Hüve’ye karşı bile mübareze ediyor, savaşıyor. Şimdi bu tabiî değişik şekillerde olabilir, dindarlar da Şahs-ı manevî üretebilirler. Dindarların da laik şahs-ı manevileri olabilir. Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey esas itibariyle budur. Laik Türklüğün uluslaşma sürecini yaşadık ve buna Kemalizm dedik. Laik Türklük ulus oldu ve ona baş olarak Mustafa Kemal’i koydular, adına Atatürk dediler. Bugün ise bu bitti. Yani bitti derken devletteki eski kudretini kaybetti. Devletler çok şahsiyetsiz organizasyonlardır kim güçlü ise ona yamanırlar, çünkü amaçları bekalarını sağlamaktır. O noktada bugün İslâm’a yer verilen, dindarlığın belli bir formuna “Tamam artık. Dindarlık şartı koşmuyoruz” diyen bir devlet yapısı düşünün; bugün AKP’nin öncülüğünü yaptığı ciddî bir demokratik reform dönemi, devrim dönemi yaşandı, ama ondan sonra tekrar devletleşme, merkezileştirme eğilimi başladı, şu anda yaşanan o. Demek ki şu anda bir Müslüman ulusu inşa ediliyor hatta ümmet olarak kuruluyor. Lideri, halifesi, ustası, reisi olarak Recep Tayyip Erdoğan bir nevî canlı heykel olarak inşa ediliyor, dikiliyor ve her şey mümkün mertebe devlete bağlı hale getiriliyor. Bu şahsî olmasının yanı sıra II. Abdülhamid’in, Kürtler’e Hamidiye Alaylarını vermesi, istihbarat ekibiyle bütün ülkede hâkimiyet kurması, dış güçlere karşı “Bakın mecburuz bu istibdat’a” diyerek, ama neticede yine istibdat uygulayarak yoluna devam etmesi gibi bugün de benzer bir vaziyet nazara çarpıyor ve merkezileştirme eğilimi çok güçlü bir şekilde ortaya çıkmış durumda. Eskiden din, dindarlık sivil bir şeyken dışlandığı için bu kadar bir merkezileştirme baskısıyla muhatap olmuyordu yani dışlanıyordu, eziliyordu, yok edilmek isteniyordu, ama yok edilemedi, edilemezdi de. Ama böyle bir merkezileştirme çok keskin değildi. Bugün itibariyle bakıyoruz ki seçimle gelen bir parti ve hükümet olduğu için dolayısıyla insanların desteğini almak için devletin imkânlarını da seferber ederek böyle bir parti-devlet bütünleşmesi yaşanıyor. İslâmcılıkla Türk devletinin Müslümanlık üzerinden bütünleşmesi yaşanıyor ve eğilim şudur; “Tamam. Bu Müslümanların devletidir, herkes gelsin, tabi olsun, yardımcı olsun” mantığı var. Risale-i Nur geleneği ise devletin Müslüman olmasını, adam olmasını, adil olmasını, demokrat olmasını destekliyor. Diyanetin Risaleleri bastırmasını arzu ediyor. Risalelerin önüne engel konulmamasına taraftar, ama Risaleleri alıp devletin eline ve kontrolüne verin diye bir şey ben Risale-i Nur’da görmedim şahsen, Üstadın hayatında ve tarzında da görmedim. Dolayısıyla bir merkezileştirme eğilimi var ve bu sağlıklı bir şey değil. Niçin değil? Muhalefet imkânına, muhalefet lüzumuna bir suçmuş gibi muamele yapılıyor. Her demokraside muhalefet olmalıdır, herkesin iktidara tabi olduğu bir rejim demokrasi olarak başlasa bile demokrasi olmaktan çıkar, totaliter bir hale gelir.

AKP, Kemalizm’le hesaplaşabilir mi, böyle bir niyet var mı ve Kemalizm’le hesaplaşmadan sistem rayına oturabilir mi?

Kemalizm’in laik formuyla hesaplaşıldı, o bitti.

İslâmcı Kemalizm mi başladı?

İslâmcı Kemalizm diyebiliriz, yeşil Kemalizm diyebiliriz… Meselâ eskiden Türk Milliyetçiliği bir laik ideolojiydi. Dinden uzaklaştırmak için Türkçülük vurgusu yapılıyordu, şimdi devlete yaklaştırmak için Müslümanlık vurgusu yapılıyor. Çünkü Türklük ve Müslümanlık bir arada olduğu için, Türk kimliğinde Müslüman olma şartı vardır. Kemalistler, insanları laikleştirmek ve Müslümanlıktan uzaklaştırmak için Türklük vurgusu yaptılar. Şimdi de Türk yapmak için, devletleştirmek için Müslümanlık vurgusu yapılıyor. Ana saik; devletin bekası ve Müslüman ulusu inşa etmektir. Çünkü Türk ulusu olarak bu devlet devam edemez, bu anlaşıldı çünkü Kürtler bunu reddetti, sadece PKK’nın mücadelesi  de değil, diğer Kürtler de Türk olmayı kabul etmediler. Dolayısıyla bu görüldüğü için Müslümanlık üzerinden devleti bir arada tutmak gibi bir şey var. Burada saik din değil, yani hatta bu amaçla seferber edilen dini söylem de yine bu devletin bekası için seferber ediliyor yani dini bir motivasyonla dile getirilmiyor o açıdan yeni bir dönem yaşıyoruz gerçekten.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçim döneminde gezilerine Samsun’a çıkarak başlayıp M. Kemal’in kongreler döneminde izlediği yolu izlemesinin sebebi neydi?

Orada çok ciddî bir strateji var, amaç şu: Oradan başlayınca yeni devlet kuruluyor. Şimdi kalkıp “Ben yeni devlet kuruyorum” desen “E devlet zaten kurulu”  falan denecektir, ama oradan başlayınca “Bak gerçekten de yeni bir devlet kuruluyor, o da oradan başlamıştı” diye düşünülüyor. Dolayısıyla orda sembolik bir mesaj var.

Kurtuluş Savaşı vurguları var. Erdoğan, hareketleriyle; ‘M. Kemal, dış düşmanlara karşı mücadele veriyordu, ben de paralel yapıya karşı mücadele veriyorum’ mu diyor?

İşte dış düşman biraz flu kaçıyor artık, eğer elverişli bir iç düşman varsa bunu ye, iç bitiremezsin. Eskiden Kemalistlerin irtica düşmanı vardı ya işte bugün o tersine çevrildi. Tersine çevrildi derken irtica yerine şimdi paralel var. Her şeyden o sorumlu. Eskiden, 28 Şubat’ta Dincilere, Fethullahçılara vs saldırı vardı, meselâ derlerdi ki; PKK ile iş birliği yapıyorlar, işte uyuşturucu bağlantıları var vs vs… Bugün aynısı üretiliyor, yani bu siyaset için elverişlidir, toplumun korku damarının istismarıdır. Kitlelerin bir korku damarı vardır. Şimdi içeriye bir yılan girse ne yaparız? Kaçarız hemen. Birisi gelse dese ki “İçerde bir yılan var ben onu yakalayacağım” Allah razı olsun deriz değil mi? Ona müteşekkir oluruz. İşte bu iç düşman fikri böyle bir şeydir.

Peki, toplum ya da büyük bir seçmen kitlesi bir kişinin ağzından çıkacak sözlere sorgusuz inanmaya bu denli hazır olabilir mi gerçekten?

Toplum, geçmişten kurtulma psikolojisi içerisinde hareket ediyor. Eskiden yoksulluk vardı, laik bir baskı vardı, zulüm vardı. Artık ondan kurtulmuş olmanın verdiği heyecanla yola devam ediyor. Halk sanki dursak geriye düşeceğiz korkusuyla davranıyor ve hükümet bu korkuyu sürekli canlı tutuyor. “Aman, uçurumun kenarındayız biz düşersek Türkiye düşer, İslâm âlemi düşer, dünya biter, ahiret biter.” diye sunduğu için vatandaş da “Ya ne gerek var böyle devam edelim” diye düşünüyor. Yoksa vatandaşın vicdanını açsan, desen ki “Bakın bir takım suiistimaller var, haksızlıklar var, şuna zulüm yapılıyor, abartılıyor” falan, vatandaş diyecek ki; “Ya evet aslında, olmaması lâzım” Ama durum öyle değil, durum çok âni ve acil olduğu için. Meselâ hastane acil servisine birini getirseniz adamın parmağına çivi batmış bir de aynı anda kalp krizi geçiriyor. Herkes ne yapar? Direkt kalbe müdahale ederler, parmağa bakmazlar bile. İşte şu anda hükümet, kalp krizi geçiriyoruz duygusunu verdiği için toplum da işin o tarafına bakıyor diğer tarafına bakmıyor. Ama tabiî toplumu da çok suçlayamayız, toplum genel-geçer hesaba bakıyor, menfaat hesabını yapıyor, ‘bize kim yakın, kim bizi koruyor iç düşmanlara karşı’ buna bakıyor, buna göre hareket ediyor. Toplumlar öyle, ‘hakikat budur, mantıken şöyle hareket etmemiz lâzım’ demezler. Avam, duygularıyla hareket eder. Bunu toplumu aşağılamak için söylemiyorum, siyasetin genel ölçüsü içerisinde durum bu. Topluma her zaman güvenilmez. Niçin? –Meselâ 20 yıl önce “Kürtler de insandır, dillerini konuşsunlar” denilseydi necip Türk milleti ne diyecekti? “–Olmaz!” demeyecek miydi? Neyi bekliyorlardı? Meselâ Kürtlerin haklarını tanımada Türkler hiç de neciplik göstermedi, değil mi? Yıllarca ‘Vurun kahpeye’ denildi. Ama Türk devleti ne zaman dedi ki; “Evet, Kürtler’i tanıyacağız, barış sürecini başlatıyoruz.” O zaman başladılar şak-şak yapmaya. “Kürdistan”  kelimesini kullanan insanlara terörist dendi, hatta Üstadın Kürdistan kelimesini kullanmasından bile rahatsız oldular. Bugün devlet ‘okey’ verdiği için normalleşti. Şu bir gerçek; millet, devletinin arkasından gidiyor. Tamamen devlete tabi olmuş durumda. Ama hakkâniyetle hareket eden insanlar devlete tabi olmaz, olmamalıdır. Devlet hakkaniyete tabi olmalıdır.

Barış süreci nasıl işliyor ve neler getirecek?

Barış süreci esas itibariyle PKK ile devletin yönettiği ateşkes ve barışma sürecidir. Çatışmayı bitirme işlemidir. Kürtlerin hukuku bundan daha büyük bir sorun olarak görülmelidir. Devlet diyordu ya hani; “Biz teröristleri muhatap almıyoruz, almayacağız.” Falan, Yalan! Bir tek “teröristleri” muhatap aldın, alması da lâzım mıydı? Elbette almalıydı. Barış yapacaksın. Ama diyorsan ki; “Ya savaşmayın, sesinizi çıkarmayın, her Kürt PKK’lı değil. Madem öyle mertçe çık hadi anayasayı değiştir ve Kürtlerin hukukunu tamamen ver. PKK ile müzakereni yine yap, barış. Onları topluma yine kazandır. Bunu görmüyor. E herkes de devlete tabi olursa despotizm olur, mazlûmları savunan çıkmaz. Bediüzzaman’ı düşünün meselâ, avamı bırakın âlimler bile gidip Kemalist rejime tabi oldular, değil mi? Ama Üstad ne yaptı? -Meşrû dairede mücadele etti. Dışında kaldı, bazen hapse atıldı. Dolayısıyla hakperest olan insan; devlet doğru yaptığı zaman ona sahip çıkar onu destekler, yanlış yaptığı zaman da devletin karşısında durabilir. Bugün sorun şudur, devlet dindar diye, dindarların, İslâmcıların elinde diye isteniyor ki bütün dindarlar devlete tabi olsun ve katılsın. Bu çok yanlış bir şey. Büyük bir hayır ve kaderi bir remiz var ki hem Fethullah Gülen cemaati hem Yeni Asya Gazetesi muhalif konumda kaldılar ki din ile siyasî parti özdeşleştirilemiyor. Çünkü o partinin hükmünden rahatsız olan o partinin tasarruflarından rahatsız olan insanlar İslâm’a düşmanlık yapmıyorlar. Çünkü biliyorlar ki İslâm onlardan ibaret değil, başka insanlar da var. Bu çok önemli bir şey, eğer ben dindar olsam, iktidar olsam, vallahi arzu ederim ki dindar olup da benim partimden olmayan, bana muhalif olan insanlar olsun ta ki İslâmiyet vikae olsun. Suçlamalar, tepkiler olursa, benim iktidarıma, benim tasavvuruma, partime veya şahsıma gelsin, ama İslâmiyet’e gelmesin. Fakat şu anki hükümet ne istiyor? İstiyor ki bütün dindarlar kendine tabi olsun, olmayanları da ‘hain’ olarak görüyor. Bu çok yanlış bir şey. İslâmiyet’e hürmet yok. Yani kendi partisel menfaatlerine İslâmiyet’i bir nevî asker koşmak…

“Sadeleştirme yanlış. Risale-i Nur; sünûhat kabilinden olan, ilham ile yazılmış vehbî bir eserdir. Sadeleştirdiğiniz zaman onun üzerine Risale-i Nur’dan yazmayacaksınız. ‘Lemalar’ yazmayacaksınız örneğin. Ona ‘Risale-i Nur Külliyatından’ demek, bu büyük bir saygısızlıktır.”

Sosyolog-Yazar Mücahit Bilici: Risalelerin sadeleştirilmesi yanlış

Mücahit Bilici: “Sadeleştirme yanlış. Risale-i Nur; sünûhat kabilinden olan, ilham ile yazılmış vehbî bir eserdir. Üstad gibi nadide bir zihin, hafıza ve kalbin bileşiminden oluşan…Bir şahıs; ismi Bediüzzaman. Mânâsı da budur işte. Bütün bir İslâmî gelenek çözülürken ve dağılırken hepsinin özünün aktığı bir yerde bunları toplamış…”

Peki devleti yönetenlerin artık dindarlar olduğunu düşünmelerinden dolayı İslâmî cemaatler asıl vazifelerini bıraktılar mı?

Şöyle söyleyeyim. Cemaatler, ekseriyetle de Nurcular devletçidir. Dolayısıyla onlar bakıyor; işte dindar bir hükümet, Risale-i Nur Talebelerine yönelik olarak güzel jestler yapıyor falan, heyecanlanıp, sevinip sahip çıkıyorlar. Misyonlarını terk ettiklerini düşünmüyorum. Ama bu klâsik Türk devletçiliğinin dindarlar arasındaki hastalık gibi yayılmış devletçiliğin bugün faturası çıktı yani, öyle diyelim. Bugüne kadar hep vardı bu zaten, devlet kendi elindeyken Gülen Cemaati de devletçiydi, şimdi elinden çıkınca devletin kutsanmaması gerektiği gerçeğiyle tanıştı. Yeni Asya’da her zaman için belli bir mesafe ve ilkeler, anayasa, demokrasi gibi içtimaî bir takım vurgular vardı. O noktada bir süreklilikten bahsedebiliriz, ama diğer Nurcu gruplar ortam değiştiği için bunu güzel bir gelişme olarak görüyorlar ve tabi oldular. Ben insanların hükümeti desteklemesinde, AKP taraftarı olmasında hiçbir sakınca görmüyorum ve meşrûdur elbette. Hatta ben şahsen, partisel olarak kendime en yakın AKP’yi görürüm. Fakat insanların AKP’ye muhalefet etmeleri durumunda “hain”, “şeytan” vs. olarak görülmesi, böyle sunulması çok büyük bir tahriftir ve demokrasi kültürüne aykırıdır.

Öyle mi görüyor?

Kendisine muhalif olanlara yapılan muamele itibariyle bu dengenin hiçbir şekilde korunmadığını görüyoruz.

İnsanımızın söz ettiğiniz kadar devletçi bir zihniyete sahip olmasının bir sebebi de tornasından geçtiği eğitim sistemi olabilir mi? Türkiye’deki eğitim sistemi insana ve insanlığa uygun bir yapıda mı eğer değilse nasıl olmalı?

Klişelerden hiç hoşlanmam, ama şu bir gerçek ki bizde eğitim; ezbere, tekrara ve makama dayalı bir eğitimdir. Meselâ ders anlatan adam öğretmek kaygısıyla hareket etmiyor. Öğrencilerin üzerine makineli tüfekle mahiyetini bilmediği kurşunları sıkan adam gibidir. Onları terörize etmek için lâf kalabalığı yapar, terimler kullanır falan… Öğrenciler de sanır ki bu çok kıymetli bir ilimdir, bilimsel anlaşılmazlık olmalı diye düşünüyor. İşte “Ne yapalım, ezberleyelim. Canımızı ancak öyle kurtarırız” diye düşünüyor. Halbuki hoca da anlattığı kavramlara hâkim değil. Dolayısıyla ne hoca anlattığı şeyi biliyor, ne öğrenci anlatılan şeyi öğreniyor. Ama hoca hocalık tahakkümünü gerçekleştiriyor. Öğrencilerden yapay bir saygı görüyor. Öğrenciler hocadan çekiniyor, korkuyor. Dersini geçmek için ezbere müracaat ediyor.

Ahmet Davutoğlu’nun başbakan adaylığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Davutoğlu akademisyen tarafı olan bir zat. Aslında siyasetçi değil. Ben siyasette başarılı olacağı konusunda şüpheliyim. Çünkü akademisyenin ve bilgiyle, hakikatle, araştırmayla ilgisi olan insanın nasıl bir siyasetçi olacağından emin değilim. Nasıl ki iyi bir dindar iyi bir siyasetçi olamazsa… çünkü siyaset kıvraklık ve yeri geldiğinde biraz kıvırtmayı, topluma rüşvet vermeyi, dinleyiciyi memnun etmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla esnaf, iş adamı, falan…bunlar siyasetçiliği yaparlar, ama akademisyenler bu iş için iyi değil. Bu anlamda ben de merak ediyorum nasıl bir performans gösterecektir. Ama amaç her halde Erdoğan’ın kendisine tâbi olacak bir başbakan, ama böyle çok boş bir durum olmasın diye de biraz içeriği olan, ama tâbi de olacak bir formül aramış olabilir Erdoğan. İlginç olacaktır…

Peki, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında Türkiye’yi nasıl bir 5 yıl bekliyor?

Daha da şahsîleşmiş bir rejim olacak. Millet Ulu Önder algısıyla kendinden geçmiş durumda. İpin ucu kaçacak ve bir mazbutluğu kalmayacak bu şahıs rejiminin. Ve bir yerden patlayacak. Bu cemaatin itirazıyla da olmayacak, ama kader başka bir yerden bir tokat vurabilir diye düşünüyorum.

Ne gibi meselâ?

Bir şey demeyeyim, bilemiyorum çünkü, ama bekliyorum böyle bir şeyi çünkü hak etmediği bir krediyi kullanıyor şu anda hükümet ve parti. Yani toplumun teveccühü esasen geçmişten kaçışa verilen bir destektir. Ama siz verilen bu desteği birilerini dövmek için kullanıyorsanız veya birilerinin cebini doldurmak için kullandığıniz zaman kader bunların hepsinin hesabını soracaktır.

17 Aralık operasyonları söz ettiğiniz bu yolsuzluklar için mi yapıldı?

İhlâsla yapılmadığı için o operasyonlar tokat yemiştir. Tabiî ki teknik olarak meşrû görünüyor. Yolsuzluk var. Lâkin millet diyor ki “ama bu operasyonlar yolsuzluk için yapılmadı, Erdoğan’ı devirmek için yapıldı”  Bunda da bir hakikat payı şu anlamda var, bu insanlar bu yolsuzlukları daha önce bilmiyor muydu? Dolayısıyla bu şaibelerin gölgesinde olduğu için toplum vicdanında bir karşılığı olmadı. Toplumun mertliğe ihtiyacı var şu anda.

Onca uyarıya rağmen Risale-i Nur’ları sadeleştirme çalışmalarındaki ısrarın sebebi olarak neyi görüyorsunuz, ne yapılmaya çalışılıyor?

Şöyle, sadeleştirme yanlış. Risale-i Nur sünûhat kabilinden olan, ilham ile yazılmış vehbi bir eserdir. Üstad gibi nadide bir zihin, hafıza ve kalbin bileşiminden oluşan bir şahıs, Bediüzzaman’ın manası budur işte. Bütün bir İslâmî gelenek çözülürken ve dağılırken hepsinin özünün aktığı bir yerde bunları toplamış ve başka kimse yok ve tarih akacak, onu içinde taşıyan bir adamın kalbiyle, aklıyla, ihlâsıyla yazdığı, ilhama dayalı bir eserdir. Şimdi böyle bir eserin içinde geçmişe uzanan damarlar var. Kimi kelâm ilmine gider kimi tasavvufa gider ve saire. Dolayısıyla siz gidip, bunu alıp, meselâ ben size bir tane macun yapsam. İçinde vitamin var, karbonhidrat var, çikolata var, şeker var şu var bu var. Getirsem size ve siz de enerjiye ihtiyacım var diye bu macundan yeseniz, bu şekerlidir, çikolatalıdır diye. Doğrudur, ama sadece ondan ibaret değil ki. Size belki de şimdilik lâzım olmayan veya lâzım görünmeyen çok kıymetli bir muhteviyat var içinde. Siz bunu sadeleştirip sadece çikolataya indirgediğiniz zaman, şimdilik sizi rahatlatır, şeker tadı verir, ama o bütün vitaminler, minaraller hepsi zâyî olur. Dolayısıyla sadeleştirdiğiniz zaman onun üzerine Risale-i Nur’dan yazmayacaksınız. ‘Lemalar’ yazmayacaksınız örneğin. ‘Ahmet’in, Mehmet’in Lemalar’dan Anladığı’ diye yazabilirsin, ‘Benim Lemalar şerhim’ diye yazabilirsin. ‘Lemalar’ın bugünün gençlerine göre yazılmış bir tercümesi’ diyebilirsin. Dolayısıyla olay aslında çok basit, sadeleştirmeyi daha büyük yazacaksın. Bitti. Dolayısıyla böyle bir esere ihtiyacımız var, üretmeliyiz diyorsan üret, ama ayrı bir eser olarak üret. Ama ona “Risale-i Nur Külliyatından” deme, bu büyük bir saygısızlıktır. Hiçbir sebep olmasa dahi bu kadar Nurcular yalvardılar, ağabeyler rica ettiler diye, nezaketen yapmayacaksın bu işi. Demek ki bir kibir var idi ve kader onun tokadını vurdu. Eğer cemaat bu konuda bu kadar kibirli davranmasaydı diğer Nurcular şimdi cemaate bu kadar saldırmazdı.

Bugün gazetesine verdiğiniz röportajda, Gülen Cemaatinin kibirli davranışlarından söz ederken, sizden örnek istenildiğinde, cemaat için;  “Diğer cemaatlere, gruplara, meselâ Yeni Asya’ya bile hiçbir zaman saygı göstermedi” diyorsunuz bu anlamda mı?

Yani ben orada Yeni Asya’yı niye zikrettim, camia bugün Yeni Asya’ya saygı gösteriyor, ama geçmişte böyle bir saygı göstermiyordu. Bugün meselâ beni adam yerine koyuyor, ama geçmişte koymuyordu meselâ, sansürlüyordu. Hakkaniyet isteyen insanların mağdur ve mazlûm durumdaki insanlara sahip çıkılması lâzım ki herkes adaletin ehemmiyetini öğrensin, hakperestliğin lüzumunu, herkese lâzım olabileceğini görsün. Cemaat, ihlâslı insanlardan oluşan, benden çok daha takva benden çok daha ihlâslı insanlardan oluşur. O yüzden ben meselâ çıkıp işte dış güçlerin adamı bunlar, paralel vs vs diyen insanlara itibar etmiyorum. Bunları söyleyen insanların çoğu 5 para etmez. Bir kısmı gerçekten çapulcu adamlar yani. Ama şimdi halife propagandacısı, İslâm savunucuları olmuşlar. Öbür taraftan ihlâsla en büyük fedakârlıkları yapanlar da olmuş iç düşman. Şimdi insan vicdanı buna müsaade eder mi? –Etmez kardeşim. Cemaatte şöyle bir durum var yalnız, fertler son derece fedakârken cemaat olarak son derece bencil bir yapıda. “Bizim bir dâvâmız var biz buna hedeflendik” deyip insanları hiç dinlemiyorlar. Dolayısıyla kaderin böyle bir cilvesi var.

5 aydır Risale-i Nur’ların hiçbir yayınevi tarafından bandrol alamamasını ve torba kanunun mecliste kabul edilmesiyle eserlerin devlet tekeline alınmak istenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öyle anlaşılıyor ki bu hakikaten teknik nedenlerden başlamış bir şey. Suç o kadar da devlette değil gibi görünüyor, suç biraz da cemaatlerde gibi…

Ağabeylerin sadeleştirme konusunu sürekli şikâyet etmesinden mi söz ediyorsunuz?

Evet, bir kısım insanların Gülen cemaatini cezalandırmak kastıyla hatta neşredenlerin bir takım menfaatleri de var, çünkü Risale-i Nur çok satan bir eser falan işin o kısmı da var, ama yani devleti bu işe alet ettiler, ama bu sefer devletin kelepçesine girmiş oldu Risale-i Nur’un neşriyatı. Bu, çok trajik bir neticedir. Buna sebep olanların bunu düşünmesi lâzım, hukukun elinde çaresiz bir hale gelmiş yani. Şimdi Risale-i Nur sahipsiz bırakıldı ve zorla bir şeyin mülkiyeti altına sokacaklar bu itiraz ve tartışmalarla. Sahipsiz hâle getirildiği için sırf Gülen Cemaati sadeleştirme yapmasın diye başlayan bir kaygı Risale-i Nur’u götürüp devletin eline teslim ettiler. Devletin elinden çıkarıp bir şahsın eline versen bu da devletin elinde olması kadar kötü bir şey yani yine. O şahıs yarın öbür gün dese ki “Ben izin vermiyorum kimseye, basılmasın.” Ya da kafayı yese meselâ o zaman ne olacak? Özetle, Risale-i Nur umuma mâl olmuş bir eserdir. Herkese lâzım olan bir şeydir. Cemaatlerin ihtilâfında değişik alanlara temerküz etmesinde de vardır bir rahmet. Bu güne kadar zaten değişik Risale-i Nur cemaatleri ve hizmetleri vardı, neşrediyorlar, etsinler kardeşim herkes gidip belli bir yayının risalelerini almasın, şart değil.

Orijinaline sadık kalındığı sürece herkes basabilmeli mi?

Yani şöyle, Gülen Cemaatinin sadeleştirme çalışmalarını hep beraber kınayalım. Ama bunu sivil olarak bizler yapalım. Hâlâ devam ediyorsa da bu da kader yani, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri, ne yapabiliriz ki? İstemediğimiz birçok şey oluyor dünyada, öyle değil mi? Bu, neticede bir içtihaddır. –baştan sona yanlıştır- ama neticede bir içtihaddır yani. Bu teşebbüsün yanlışlığına katılıyoruz hep beraber. Öte yandan şu da var, bugüne kadar Fethullah Gülen cemaatine hiç sesini çıkarmamış, Hoca efendi şöyledir, böyledir demiş adamlar şimdi çıkmış “Vay hainler” diye onlara yükleniyorlar. Onlara da zerre kadar saygı göstermiyorum. Madem bu cemaat bu kadar kötüydü bu güne kadar ferasetiniz nerdeydi? Devleti niye beklediniz cemaatin hain olduğunu görmek için?

Üstadın yaşayan talebelerinden mi söz ediyorsunuz?

Talebeler diye şahıslaştırmayayım da cemaatler diye genel söyleyeyim. Çünkü talebeler yaşlı insanlar, onlara deniyor ki işte durum böyle böyledir, şu kanala çıkalım, şöyle yapalım, destek olalım. Yani iyi niyetli olarak yaptıkları bazı yanlış çıkışları olabilir elbette. Şahsî anlamda ağabeylere saygısızlık yapmak istemem, ellerini öper başımıza koyarız, ama bazı içtihatları yanlıştır diyebilirim. Meselâ; ağabeylerin AKP’nin propagandacısı durumuna düşürülmeleri yanlış bir şeydir.

Düşürüldüler mi?

Düşürüldüler. Ama kendilerini suçlamıyorum. Onları o pozisyona getiren insanlar ciddî bir yanlış yaptılar ve onlara da yazık ettiler yani. Hâlbuki siyaset üstü kalmalıydılar. AKP’yi destekleyin yine, ama Risale-i Nur siyaset üstü bir konumda olmalıydı.

Seçimler öncesinde Nur Talebeleri adına genel açıklamalar yapıldı, “Nurcular Erdoğan’ı destekleyecekler” diye örneğin…

Öyle olmamalı tabiî. Yeni Asya diyelim ki hükümeti eleştiriyor veya karşısında duruyor. “Böyle olmamalı, çünkü Nur Talebeleri hükümeti desteklemeli” falan denemez. Nur Talebelerinin hepsi senin gibi düşünmüyor. Nurcular adına genel konuşmaktan ziyade ‘biz’ denilmesi lâzım, “Bizler falanca Nur Cemaati olarak destekliyoruz” falan denilebilir ancak. Risale-i Nur da siyasete alet edilmemelidir. Nasıl ki din siyasete alet edilmemeliyse.

Risale-i Nur’ların altına lügatçe konulmasını tahrifat olarak görüyor musunuz?

Görmüyorum. Orijinal metin muhafaza edildikten sonra etrafında yapılan işlemler sorun değildir. Şöyle; Risale-i Nur’un cesediyle mânâsı birbirinden kopmayacak. Çünkü bu o kadar derin ve önemli bir şeydir ki. Ceset letâfet kazanmıştır yani, nuranîleşmiştir. Öyle üzerinden atıp çıkarabileceğimiz bir şey değildir. Risale-i Nur’un elbisesini değiştirmek bedenini kesmektir. Asıl muhafaza edilip, onun etrafına fayda sağlayabilecek, işte kelime anlamları, şerhler olabilir. Bunlarda metne bir müdahale yoktur. Bunlar metnin yerine geçmez. Sadeleştirmede meselâ şerh asıl metnin yerine geçmiş. O, bu yüzden yanlıştır. Kısacası orijinal metne sadık kaldıktan sonra etrafına değil dipnot falan yazılar bile koyabilirsin. Etrafına filancanın yorumu şudur, izahı budur gibi eklemeler de yapılabilir. İlim budur zaten.

Son olarak, gazetemizin karikatüristi İbrahim Özdabak Risale-i Nur’un 4,5 ayı geçkin bir süredir baskı altında olduğuna dikkat çekmek amaçlı Risale-i Nur’u çarmıha gerilmiş olarak gösteren bir karikatür çizmişti ve ardından bazı olumsuz tepkiler aldı, siz o karikatürü nasıl yorumladınız?

Şimdi eğer niyetiniz kötüyse, bu karikatüre bakıp;  bunlar Hıristiyan ya da diyalogcudur bile diyebilirsiniz. Müslüman milliyetçiliğinin, hakkaniyetin yerine geçmesiyle, bu karikatürün su-i tefsir edilmesi normaldir.

Siz bir rahatsızlık duydunuz mu?

Ben rahatsızlık duymadım, niye duyayım ki? Türkçe’de “filanca çarmıha gerildi” diye bir kavram var mı? –Var. “Filan aforoz edildi” denildiği zaman o adam Hıristiyan mı olmuş oluyor? Bu tepkiler siyasî tepkidir.

Mücahit Bilici kimdir?

Özellikle sosyal gelişmeler, Nurculuk hareketi, Risale-i Nur ve cemaatler konularındaki yazılarıyla ön plana çıkan Sosyolog Mücahit Bilici, şu anda John Jay College, City University of New York’da öğretim üyesi ve Taraf Gazetesi’nde köşe yazarı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*