Rûh problemi zihinleri en fazla meşgul eden, çözülmesi en zor bir bilmece gibidir. insanlık tarihiyle beraber bilginler, felsefeciler, kelâmcılar ve özellikle rûh bilimciler bu rûh meselesi üzerinde düşünmüşler, akıl, fikir yürütmüşler çok mesai harcamışlardır.
Hemen hemen bunların tümü rûh’un varlığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Lâkin mahiyeti bizce meçhuldür, bilinmez demişlerdir. Materyalistler, her şeyin maddeden ibaret olduğunu iddia ederler. Oysa, “Her şeyi madde de arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” hükmünce; materyalistler rûh’u kabul etmemekle, kendi öz varlıklarını da inkâr etmiş olurlar.
Materyalistlerin yok kabul ettikleri rûh üzerinde çokça ilmî çalışmalar yapılmış ve bu meyanda sayısız kitaplar yazılmış, üniversitelerde rûh adına dallar kurulmuştur. Bu gün dünyanın her yerinde, psikiyatri polikliniklerinin önünde milyonlarca rûh hastası dertlerine derman arayışında…Yok olan bir şey hakkında bunca bilimsel çalışmalar yapılır ve kurumlar tesis edilir mi?
Gözlerimiz önünde cereyan eden, var olup da görünmeyen bazı varlıklar hakkında ancak temsiller getirilmek suretiyle anlaşılabilirler. Biz de imkân ölçüsünde yaptığımız araştırmalar ve bu konuda edindiğimiz bilgileri âkıl ve mantık kuralları ölçüsünde sizlere sunmaya çalışacağız.
Ruh meselesi, insan olarak hayatımızın temel unsuru ve yeryüzüne ayak basmamızın ve doğayla tanışmamızın önemli bir vasıtası olarak çok önemsediğimiz bir konudur. Bu vesileyle rûh üzerinde biraz daha düşünmek ve fikir yürütmek istiyoruz.
Evet materyalistler rûhun maddeden mücerret (soyut) bir varlık, bir mana olduğundan dolayı, hakikatına pek yanaşmazlar.
Elbette ki, rûh’un mahiyetini kavramak başkadır, varlığını bilmek ise daha başkadır.
Rûh bir ilâhî sırdır, bunun mahiyetini tamamen kavramak mümkün değildir. Rûh bilimciler, rûh ilmî ile uğraşanlar da, zaten ruh ile ilgili cereyan eden olaylar üzerinden rûh’u ifade etmeye, anlamlandırmaya çalışırlar, yoksa rûh’un bizzat kendisiyle ilgilenmezler.
Rûh’un asıl mahiyetini idrak etmekten aciz kalmak, rûh’un varlığını inkâr etmeyi gerektirmez. Zira müşahede ettiğimiz şu âlemde çok şeyler vardır ki, onları görmediğimiz halde, vücutlarını inkâr etmemiz asla mümkün değildir.
Rûh, maddi cesede muhalif nuranî, lâtif bir varlıktır. Değişikliğe uğramaz, birbirinden ayrılmaz, parçalanmaz bir bütündür. Gül suyunun ve kokusunun gül’e sinmesi gibi insan vücudunda caridir, yani cereyan eder. Aslında rûh; hem kendini ve hem de hâlıkını bilir. Rûh’un bedene girmesiyle hayat hasıl olur, canlanma meydana gelir. Beden vasıtasıyla yemek, içmek ve cismanî dokunuşla hasıl olan duyuları anlar. Gaib olanları, yani var olup da bizce görünmeyen, sevmek, üzülmek, heyecan, korku ve benzeri gibi duyuları da vasıtasız bilir, hisseder ve yaşar. Rûh vücudu terk ettiği zaman, mana âlemindeki duyularıyla beraber vücut söner, yani ölüm gerçekleşir ve sadece çürümeye mahkum bir et ve kemik yığınından ibaret kalır.
Ruh’u inkâr için, görmemek bir mazeret olarak ileri sürülecekse eğer; daha önce de dediğimiz gibi aklı, fikrî, şuuru, elektriği, hissedilen acı ve ızdırabı da inkâr için mazeret olmalıdır. Televizyondaki görüntüleri havada göremiyoruz diye inkâr mı edeceğiz? Zira bir şeyi görebilmemiz için, ışık boylarının 04 ve 07 mikron arası olması gerekir. Bu ölçülerin ne üstünde ve ne de altında olanları görebiliyoruz ve ne de duyabiliyoruz. İşte rûh, tamamen bu kapsamın dışında bir cevherdir.
Varlığı maddeden ibaret görenler ve dolayısıyla ruhun varlığını reddedenler de beden ile beraber bedene nüfuz eden bir mananın varlığı ve onun madde-üstü özelliklerinin farkındadırlar. Ancak onlar; ruhun, tercih etme iradesinin ve emir vermek gibi tüm özelliklerini beyne vermektedirler. Dolayısıyla beyne, ilâhlık derecesinde fevkalade bir maharet vermek zorunda kalmaktadırlar. Beyin aslında bedenin kontrol merkezidir, aynen pilot kabininin bir uçağın koca gövdesinin kumanda merkezi olması gibi. Uçağın tüm parçaları vücuttaki sinir ağı gibi iletkenlerle pilot kabinine bağlıdır ve tüm komutları oradan alır. Ama uçağı sevk ve idare eden kumanda merkezi değil, uçağın cinsinden olmayan ve şuur, görme, işitme ve iradeye sahip tamamen ayrı özelliklere malik olan pilottur. Pilot uçaktaki yerini terk edip ayrılınca uçaktan hiçbir şey eksilmez ve yerinde hareketsiz, sabit kalır. Pilotun (veya uzaktan kumandalı uçaklarda operatörün) varlığını inkâr ederek uçan bir uçağı doğru olarak anlamak ne kadar mümkünse; madde-dışı bir rûh’un varlığını inkâr ederek ve hayat, şuur, hayal, görme ve irade gibi madde-üstü bütün harika duyguları da beyne atfederek bir insanı anlamak da o kadar mümkündür.
Evet, “Rûh ve beden arası münasebette ilk önemli merkez, beyin merkezidir. Beyin kendine ulaşan bilgi özlerini rûh’a gönderir. Daha doğrusu rûh fikirleri beyin süzgecinden geçirir. Beyin ve rûh arasında uzaklığı ifade eden bir bağ düşünmek mümkün değildir. Hayatın her zerresinde varlığını nakleden rûh beyin, hücre ve asaplarının yanında ve içindedir. Bedenimiz ancak bu kontrol mekanizmasıyla dengeyi sağlıyabilir. Onun içindir ki, rûh’u bedenden ayrı kabul etmek, rûh’un varlığını bedenin dışında göstermek mümkün değildir.”(1)
Ruh, insanda akıl yürütmeyi sağlayan, bilgileri algılayan, duygu organlarından beyne gelen duyuları alan, bedendeki haberleşmeyi temin eden, düşünen, sevinç ve elem hisseden, vücudu idare edendir. Rûh; radyo dalgaları ve röntgen şuaları gibi vücudun her tarafına nüfuz edebilecek, her zerresini, her hücresini diri tutan; şeffaf, lâtif kendi başına var olan, maddeden azade bir cevherdir.
Evet rûh gördüğümüz ve bildiğimiz eşyanın hiç birine benzemez. Hakiki varlığı olan harici bir vücut giydirilmiş, bir çok kabiliyetlerle donatılmış emir âleminden gelmiş bir kanundur. Rûh basittir, parçalardan terkip edilmiş değildir. Zaman, mekân ve harici hadiseler onu yıpratamaz, dağıtamaz, eskitemez. Rûh gibi emir âleminden gelen çok kanunlar vardır. Bunlar evrenin var oluşundan beri aynen rûh gibi hüviyetlerini koruyabilmişlerdir. Cenab-ı Allâh, atomlardan molekülleri, iyonları, organik, inorganik maddeleri ve çeşitli hücre ile dokuları yaratmıştır. Bunların her birinde akılları hayretler içinde bırakan, şaşırtan özellikler, düzenler ve kanunlar vardır.
Zira rûh dışındaki diğer nevlerdeki kanunların aklî ve zihni vücutlarının dışında varlıkları, şuur ve hayatları yoktur. Onun için şöyle denilebilir; eğer nevlerdeki kanunlara harici bir vücut giydirilmiş olsaydı; aynen rûh gibi ölümsüz bir kanun olacaklardı. Buna örnek olarak, yer çekimi kanunundan, bir atomun itme ve çekme kanunundan bahsedilebilir. Eğer atom sistemi bozulup hakikati yok olsa, itme çekme kanunu da ortadan kalkmış olur. Bir incir çekirdeğinde hayat düğümü gelişirse, büyüme kanunu ile beraber var olur. Şayet o çekirdeği yakarsan veya hayatının öz düğümünü ezip yok edersen, onda ne hayat ve ne de gelişme kanunu kalır.
Halbuki bir insanın vücudunu yaksanız veya parça parça etseniz, onun rûh’u yine yanmaz, yıkılmaz, eskimez, yıpranmaz, baki kalır. Çünkü cesedden harici bir varlığı, bir vücudu vardır. Cesed, ancak rûh’un bir elbisesi, bir evi veya yuvası gibidir. Ruh dışında evrende ve bütün tabiata tevdi edilen kanunların hakiki varlıkları olmayıp, eşyaya bağlı zihnî ve aklî bir varlığa sahip olduklarından; bağlı bulunduğu şeyler yok olunca veya kanunu tutacak durumu kalmayınca; kanun da kendiliğinden yok olmaktadır.
Ancak, bu rûh kanunu, diğer bütün kanunlardan daha kuvvetlidir; çünkü hayat sahibidir. Daha itibarlıdır; çünkü irade sahibidir. Daha mükemmeldir; çünkü idrâk sahibidir. Daha temizdir; çünkü letâfeti vardır. Kabiliyet ve yetenek itibariyle daha zengin ve daha şümullüdür; çünkü kâinatın özü ve özetidir. Bu itibarla rûh; ebede daha lâyık ve daha müştaktır (aşıktır); çünkü Sâmediyetin aynasıdır.
Rûh, diğer yandan zahiri duygularıyla harici âleme açılır. Zira rûh, renkler âlemine göz penceresiyle şu kâinat kitabını seyreder, ibretle mütalaa eder, dersler çıkarır. Öte yandan kokulara burun vasıtasıyla; rahmet hazineleri leziz taamlara ve tadlara dil vesilesiyle vakıf olur, algılar, idrak eder.
Burada, George Wasthington Üniversitesinde toplum siyaseti çalışmaları enstitüsü yöneticisi Prof Patrick Giynn, rûh hususundaki görüş ve fikirlerini önemli gördüğümüzden bir kaç cümle ile nazarlarınıza vermek isteriz. Kendisi daha önceleri ateist iken, yaptığı araştırmalar sonucu bu fikirlerinden vazgeçmiş ve hatta 1999 yılında yayımlanan, “Allah’ın Varlığının Delilleri Post-Sekuler Bir Dünya’da İnanç ve Allâh Uzlaşması” adlı kitabı ile şöhrete kavuşmuştur. Bu kitapta ateizmden nasıl vazgeçtiğini ve Allâh’a iman ettiğinin de delillerini gözler önüne sermektedir.
Bu kitapta rûh’un varlığına dair, ölüm ve sonrası hakkında yaşanmış tecrübelerden deliller çıkarmakta olup şöyle demektedir. “Doksanların başında uzun bir tatil döneminde, ölümün kıyısına gelen insanların tecrübeleri hakkında raporları inceledim. Bunların çoğu ameliyatlar sırasında kalbleri duran ve bir kaç dakika gerçekten biyolojik bir ölüm yaşıyor, ama sonra hayata dönen kişiler ölümle yüzleştikleri kısa sure hakkında anlatıklarında ise, büyük benzerlikler var. Hemen hepsi rûhlarının vücutlarından ayrıldığını, kendilerini bedenlerinin dışından gördüklerini belirtiyorlar.
Anlatıklarının hayal ürünü olması ise imkansız; çünkü o sırada ameliyat odasında neler yaşandığını, doktorların kendilerini kurtarmak için neler yaptıklarına dair detaylı bilgilerde bulunuyorlar. Ve gerçekte bunları gözleriyle görmüş olmaları mümkün değil. İnsanın bir rûh’a sahip olduğunu gösteren önemli bir veri durumundadır bu yaşadıkları. Bir rûh’a sahip olmamız ise, ateizmin temel dayanağı olan materyalist felsefeyi yalanlıyor.”
Demek oluyor ki, insan sadece çalışan maddeden oluşmuş bir makinadan ibaret değildir. Mana olarak duygular bazında da organlar arasında bir etkileşim gerçeği söz konusudur. İlmî verilerden de anlaşıldığı kadarıyla bütün vücut mekânizmasının hareket merkezi insanın ruhudur.
İnsan ruhunun hususiyetleri, ruhun hanesini meydana getiren atom ve zerrelerde, et ve kanda yoktur. Bunlar maddenin dışında manevi ve hayata ait hususiyetler…
İşte o manevi hayat, rûh’un ta kendisidir. O hayat bütün sıfatlarıyla meydanda iken inkâr etmek, aklın karı değildir. Zira insanın maddesini meydana getiren atomların, hücrelerin hareket edebilmeleri için, bir enerjiye bir yöneticiye ihtiyaçları vardır. İşte o enerji ve hareket emrini veren yönetici varlık rûh’tur. Rûh olmazsa bütün vücut mekânizması atıl duruma düşer.
Bir insan kendi iç âlemini, meselâ vicdanını dinlediği zaman bir takım manevi sesler duyar. Her insan, zaman zaman kendi hayat tecrübelerinden bunları tesbit edebilir. İşte bu içten gelen seslerin bedensel organlardan gelmediğini, yine kendisi bilir. Bu ses ve duyguların ayrı ve müstakil olarak bedenden tamamen ayrı bir âlemden geldiğini anlar. Bu manevi sesler kesinlikle rûh’un varlığından haber verirler. Zira ruh, vücutla beraber bütün organların hareket merkezidir. Evirir çevirir arzu ettiği hedefe sevkeder.
İnsanda sayısız duygu, sıfat ve lâtifelerden bahsetmiştik, bunlardan lütuf, sevgi, kerem ve cömertlik gibi sıfatlar insanlara göre değişiklikler arz eder. Birinde damla mesabesinde iken; diğer birisinde de deniz kadar geniş olabilir. Eğer bu hususiyetler maddeye ait olmuş olsaydı, bütün insanlarda aynı derecede bulunmaları gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları hep aynı ve birbirinin benzeri olup sabittirler. Öyleyse bu sıfatlar değişik versiyonlara ait özelliklerden kaynaklanmaktadır. O versiyon da rûh’tur.
Rûh ile beden bir arada, bir bütündür. Bu rûh beden ilişkisinde, rûh’un varlığını hissettiren, varlığını ortaya koyan bir rüya gerçeği ve önsezi gibi gerçek olaylar da vardır.
İnsan, diğer bütün yaratıklar gibi maddeden yaratıldığı doğrudur. Ama öbür taraftan en üstün ve aynı zamanda en tehlikeli bir varlık olma vasfına haiz olacak manevi duygularla donatıldığı da bir hakikattir.
Bünyesinde sahip olduğu bu duygulardan etkilenmek suretiyle vücudunda bazı değişimlerin cereyan ettiği de bilinen bir gerçektir. Acı duyduğu, üzüldüğü bir olay karşısında gözlerinden yaşlar akıtır. Ağır bir depresyon karşısında kalb krizi geçirir. Ve daha benzer nice olayları insan bizzat yaşamı boyunca yaşayabilmektedir.
Bir de insanların yaşadığı bir rüyalar âlemi vardır. Önceleri rüyalar için; daha evvel yaşadığınız bilinç altına yerleşmiş olayların tekrarıdır dediler. Halbuki insanın bilinç altında olmayan, hatta hayal bile edemediği şeyleri rüyasında görebiliyor, yaşayabiliyor.
Rüyalar maddenin, zamanın ve mekânın ötesinde cereyan eden hakikatlerdir. Ruh bilimciler, en uzun rüyanın 10-20 saniye arasında seyrettiğini ifade ederler. O saniyeler içerisinde günler, aylar, belki de yılları alabilen süreçleri yaşarsınız. Gitmediğiniz ve görmediğiniz diyarlara, yerlere gidersiniz. Hayatınız boyunca görmediğiniz insanlarla görüşürsünüz. Uykuya dalar rüyalar, kabuslar görürsünüz, bazen bunalım yaşarsınız, kayalardan düşersiniz, sellerden kaçmaya kurtulmaya çalışırsınız, canavarların yılanların saldırısına maruz kalırsınız. Bazen de sevdiklerinizle buluşursunuz; sürurlu ve mutlu bir anı, rüyada da olsa yaşarsınız.
Bütün bunlardan etkilenen beden olmakla beraber, yaşayan rûh’tur. Uykuda birinin güldüğünü görürsünüz; gülen kendisi, ama o sevgiyi, o zevki yaşayan rûhudur. Bazen bir insanın, uykuda etkilendiği olumsuz bazı olaydan dolayı ağladığını görürsünüz, etkilenen bedendir ama, bilfiil o üzüntüyü hisseden rûh’tur. Yine uykuda darbelere maruz kalırsınız, vücudunuzda morarmalar oluşur, buna maruz kalan insanın bedeni, ama acısını çeken onun rûhudur. Yine uykuda her olgun insanın görebildiği, cinsel arzularla ihtilam (cenabetli olma) hali vardır. Bu durumu da, beden ve rûh beraber yaşamış olurlar.
Bu olanları ne âkıl ve ne de beyin yönetemezler. Bunları yöneten ve idare eden ve yerine göre komut verip, görev başına sevk eden, yönlendiren ve yaşayan bizzat insanın kendi rûhudur. Bütün bu cereyan edenler rûh ile alakalı, ama beden üzerinden tezahür eden durumlardır. Ruh bedeni terk ettiği zaman bu emarelerin hepsi sona erer. Demek oluyor ki, bütün hayat ve hayatla ilgili bütün fiiller, rûh’a bağlı ve rûh üzerinden insanlara yansımaktadır.
Maddenin ötesinde yaşanılan bir olay daha vardır ki, ona da “önsezi” denir. Önsezi; olay cereyan etmeden önce onu fark etme hadisesidir. Herkes bu önseziyi hayatında mutlaka yaşamıştır. Bu hissiyatı, insan vücudunun maddi yapısıyla izah etmek mümkün değildir. Çünkü madde zamana bağlıdır, ama önsezi tayy-ı zaman, yani zaman üstü cereyan eden bir olaydır.
Görüldüğü üzere insan, maddenin dar boyutlarının ötesinde, manasıyla beraber var olan bir bütündür.
Demek ki insan, beden kafesine hapsolmuş maddeye mahkûm bir varlık değil, tam aksine bilinç, duygu ve lâtifelerinden aldığı sırlarla, atomun erişilmesi imkânsız boyutlarını, iç dünyasının sonsuzluk boyutuna çekerek seyredebilir. Ay, güneş, galaksilerde cereyan eden olayları incelemek üzere, uzay araçlarını icat eder, uzaya uydular yerleştirir ve yine evreni ibretlerle seyreder; mümtaz bir varlıktır insan.
Dipnotlar:
(1) Ahmet Ersöz, Rûh Dosyası s.61
*Rûh ve nefis aynı şeyler midir ve Rüya ile ilgili olarak İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitabu’r- Rûh, İz Yayıncılık, 1993 s. 279 vd. bakılabilir.
Benzer konuda makaleler:
- Hayatı yöneten güç: Ruh meselesi
- Materyalizmin ruh ile imtihanı
- Beynin gizem ve hikmetleri
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Ayurveda
- İnsanın yaratılış hakikati ve mahiyeti
- İnsan kalbine bir hikmet yuvası ve evi olarak bakmak