Ruhun mekânı ve zamanı

İnsan hayatında rüyaların ayrı bir önemi ve yeri vardır. Gecenin sessiz derinliğinde görülen iyi veya kötü bir rüyanın tesiri gün boyu devam edebilir. İnsan kendince iyi olarak tanımladığı bir rüyadan lezzet alabilir, kötü olarak vasıflandırdığı bir rüyanın etkisiyle de elem duyabilir. Rüyalar öyle veya böyle insanı etkiler.

Peki ne kadar süre ile rüya görüyoruz acaba?

Bu soruya uzamanlar ‘çok kısa bir süre’ olarak cevap veriyorlar. İnsan rüyaları ancak saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa. Şimdiye dek tespit edilen rüya süresi en fazla bir-iki dakika kadar. Uzun süren araştırmalara göre, genellikle rüyalar doksan saniyeyi geçmiyor. İşte insan bu kadar kısa bir süre içinde öyle rüyalar görüyor ki, bu rüyayı anlatmak bile saatler alabiliyor. Şayet bir de o gördüğü rüyayı şu görünen âlemde yaşamaya kalkışsa, bu, günler, hatta aylar alabilir.

Peki bu kadar kısa bir süre içinde nasıl böylesine uzun bir hal ve durum yaşayabiliyoruz? Bu sorunun cevabı ise doğrudan ruh ile alâkalı. Her ne kadar beden faaliyetlerimiz zaman ve mekân şartları içinde sınırlı olsa da, ruh zaman ve mekânla sınırlı değil. Yani ruh zaman ve mekânın şartları dışına çıkıp hayatına devam edebilir. Bu yaşadığımız şartların dışına çıkıp farklı mekân ve zamanlarda yaşayabilir.

Bu hususa Risâle-i Nurda şöyle dikkat çekilir:

“Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insâniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.” (Lem’alar, s. 55)

İfadede geçen ‘ruh zamanla mukayyet değil, yani zamanla sınırlı ve kayıtlı değil’ tabiri rüya halini tarif etme açısından oldukça ilginç bir tâbir. Cesedimiz zamanla ve mekânla sınırlı ve kayıtlı olduğu için görüş açımız da ancak mevcut zaman ve mekânla sınırlı kalıyor. Uykunun en derin halinde bir ölçüde ceset ile alâkasını en aza indiren ruh ise, başka âlemlere açılıyor ve orada bazı garip ve ilginç halleri seyrediyor. Hafızamıza kayıt olduğu kadarıyla da biz o halleri uyandığımız zaman idrak ediyoruz, hissediyoruz, hatta yoruma tâbî tutuyoruz. Zira rüyada gördüğümüz bazı haller bakıyorsunuz aynı gün içinde başımıza geliyor. Bazen de birkaç gün sonra, veya bir ay, hatta bir yıl sonra o rüyada gördüğümüz hali yaşıyoruz. Bu da bize rüyada gördüğümüz şeylerin hayalî şeyler değil, başımıza gelebilecek bazı hakikî haller olduğuna işaret ediyor. Elbette ki tüm rüyalar böyle değildir. Bazıları boş bir kuruntudan ibaret. Bazen de gündüz vakti bizi derinden etkileyen bir olay rüyalarımıza girer. Bu tür rüyalar, üzerinde durmaya değmeyen tip rüyalardır.

Rüyalar ruhumuzun faaliyetidir. Zira beyin vasıtasıyla gören, bilen, düşünen, hisseden, sevinen ve elem çeken ruhtur. İnsan ruhu da zamanla sınırlı değil. Rüyalarda insan cismi bu dünyadaki hayat şartlarında birkaç dakikalık bir zaman dilimi yaşarken, rüyada aynı zaman dilimi genişlemekte belki yüz dakikaya, belki bin ve belki de yüz binler dakikaya kadar yayılıp genişlemektedir. Bu hakikat bast-ı zaman tâbiri ile açıklanmaktadır.

Bast-ı zamanın bilim dilindeki tanımı ise zamanın izafiyetidir. Zaman dediğimiz hakikat cisim için farklı, ruh için farklı bir özellik gösterir. Ruh zamanla sınırlı olmadığı için cismin bir saatlik zaman diliminde, bin saat gibi bir zamanı yaşayabilir. Bu hakikat—yukarıda ifade ettiğimiz gibi—her insan tarafından rüya yolu ile yaşanır ve yaşanmaktadır da.

Ancak bu hakikat sadece rüyalarda yaşanan bir hakikat değildir. Bazı insanlar her insanın rüyada yaşadığı halleri gerçek hayatta, yani şu görünen âlemin şartları içinde yaşamaktadırlar.

Aşağıdaki ifade bu hususa dikkat çeker:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman, tayy-ı mekân meselesi şöhret bulmuştur. Ezcümle: Kitab-ı Yuvakit’in rivayetine göre, İmam-ı Şa’rani bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir. Bu gibi vukuât istiğrabla inkâr edilmesin. Zira bu gibi garip meseleleri tasdike yaklaştıran misâller pek çoktur. Meselâ, rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur’ân okumuş olsaydın, birkaç hatim okumuş olurdun. Bu halet evliya için hâlet-i yakazada (uyanıkken) inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-i ruh mizanıyla cereyan eder.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 166)

Her bir insan rüyasında koca bir kitabı okuyup bitirebilir. Yine rüyasında bir memleketten diğer bir memlekete seyahat edebilir. Ve diğer bir çok işi yapabilir. Tüm bu yaptığı işler de birkaç dakikalık bir ‘rüya görme’ zaman dilimi içinde gerçekleşebilir. İşte her insanın rüya yolu ile idrak ettiği bu halleri bazı insanlar günlük hayat içinde yaşarlar. Öyle ki bazı insanlar birkaç dakikalık zaman dilimi içinde büyük bir cilt kitabı mütalâa etmiştir. Yine bazıları birkaç dakikada Kur’ân’ı hatmetmiştir. Yine bazıları bir gecede bin rekât namaz kılmışlardır. Bu konuda yüzlerce misâl vardır.

Peki bu hal nasıl gerçekleşmektedir?

Bu insanlar kısa bir süre içinde, dünya şartlarına göre binler saat alabilecek halleri nasıl yaşamaktadırlar?

Sorunun cevabı ruhun hareketi ile doğrudan bağlantılı. Zira ruh zamanla sınırlı ve mekânla kayıtlı olmadığı için bulunduğu zamanı ve mekânı genişletebilmektedir. Veya bulunduğu zaman ve mekândan daha farklı bir zaman ve mekânda yaşayabilmektedir. Bu işin sırrı da cisim-ruh dengesindedir.

Şayet kişi cesedini ruhun hareket ve sür’atine uygun bir şekilde eğitebilir ise o zaman cisim de bir ölçüde ruhun şartlarında yaşayabilmektedir. Yani cisim de aynı ruh gibi letafet kazanır, bir ölçüde nuraniyet kesbederse o zaman ‘lâtîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş’ hakikatine mazhar olur ve cisim de ruha tâbî olarak, ruh ile birlikte zaman ve mekânın şartlarını bir ölçüde değiştirebilir.

Bu hususu bir misalle açıklayalım:

Bir odamız var. Odamızın dört duvarına birer ayna koyalım. Bir lambamız olsun. Çok parlak ışık veren bir lamba olsun bu. Bin wat’lık floresan bir lamba gibi. Şimdi bu lambamızı ışık geçirmez metalden yapılmış bir kutu içerisine yerleştiriyoruz. Bu kutuyu odamızın ortasına koyup aynadaki yansımalarına bakıyoruz. Şayet odamız bir karanlık oda ise aynadaki yansımalardan dolayı yine kapkaranlık gözükecektir. Çünkü metal kutu içinde bin wat’lık bir ışık kaynağımız olduğu halde, metalden geçemeyen ışık aynalarda kendini gösteremeyecektir. Odamız da o ölçüde kapkaranlık olacaktır. Bu durumda ışık ne kadar güçlü olursa olsun, ışığın fonksiyonları tam olarak gözükmez. Ama metal kutu yerine dört bir kenarı camdan yapılmış bir kutu içerisine ışığı yerleştirirsek odamız birden aydınlanacak, hatta aynalar vasıtası ile bir ışık kaynağı yüzlerce ışık kaynağına dönüşecektir. Odamız da bir meydan kadar geniş olacaktır.

İşte lambayı ruha, dışındaki kutuyu da cisme benzetirsek, cisim ne kadar şeffaf, ne kadar lâtif olursa ruhun işlevi de o kadar kendini gösterecektir. Şayet cisim tam nurâniyet kazanmış, ruha tam olarak tâbi olursa o zaman mekândan ve zamandan bağımsız olan ruhun fonksiyonları tam olarak ortaya çıkmış olacak ve mevcut zaman ve mekân içinde bik saatte yapılabilen bir iş, birkaç dakika içinde gerçekleştirilebilecektir.

Bu hususa en güzel misâl hiç kuşkusuz Mi’rac hakikatidir. Zira Mi’rac yolu ile tam bir bast-ı zaman hakikati meydana gelmiş, lâtif cismi ruhuna tam olarak tâbî olan Resûl-i Ekrem (asm), yüz binler sene sürebilecek bir ulvî seyahati birkaç dakikalık bir zaman dilimi içinde yaşamıştır.

Peki insan ruh sür’atine nasıl çıkabilir?

Veya cismini ruha nasıl tabi edebilir?

Bu konuda bir çok yöntem ve metot mevcut. Her yöntem ve metodun da özü, cismin faaliyet ve işlevini en aza indirmeye çalışmaktır. Bilhassa tarikatlardaki eğitim metodu dikkate değerdir. Cismin faaliyetlerini ‘az yemek, az içmek, az uyumak’ metodu ile en aza indiren ehl-i tarikat, ruhun tezahürleri olan his, duygu, düşünce, fikir, kalp, sır, akıl gibi manevî değerlerini daha aktif hale getirmişler, bir ölçüde normal insanların yaşadığı maddî hallerden uzak durmaya çalışmışlardır. Böylece cismini ruhuna tâbî etmeyi başaran insanlar şu yaşadığımız mekân ve zamanın sınırlarını aşarak bir anda birkaç yerde bulunmuşlar, birkaç dakika içinde yüzlerce sayfa kitap okumuşlar, birkaç saat süre içinde ise yüzlerce saatlik işi görmüşlerdir. İslâm evliyası diye tanımladığımız zatlar, böylece bast-ı zaman hakikatine mazhar olmuşlardır.

Esasen bu hal ve tavırları yaşamak, sadece İslâm evliyasına has bir şey de değildir. Günümüzde Hint fakirleri, Tibet yaylalarındaki Buda rahipleri de benzer şeyleri yapmaktadırlar. Cisimlerini terbiye etmeye muvaffak olan bu insanlar da zaman ve mekân şartlarının dışına çıkmayı başarabilmektedirler. Bu konuda yüzlerce misâl vardır. Bugün fizik bilimi artık yoğun bir şekilde bu insanların ‘sıra dışı’ diye tanımlanan halleriyle uğraşmaya başlamıştır.

Netice-i kelâm, bu yol her insana açıktır. Zaten rüya yolu ile her insan ruhun hareket ve sür’atinde yaşayıp, bir ölçüde bast-ı zaman ve mekân hakikatine sahip olmaktadır. Şayet cismini doğru bir şekilde eğitebilir ise, rüyada gördüğü hallere normal hayatında da sahip olabilir. Açıktır ki, bu da öyle kolay bir şey değildir. Dünyevî bir ilim ve san’atta ilerleyebilmek için yıllarını veren bir insan, elbette ki zaman ve mekânın sınırlarını zorlayabilmek için çok daha fazla gayret etmeli ve çok çalışmalıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*