Şaban Döğen´in bâkiye-i âsârı

Image
Önce Dokuzuncu Söz’deki namaz vakitlerinin neleri hatırlattığını bir hatırlayalım.

Yatsı vaktinin neleri hatırlattığı hususunda şöyle bir ifade geçer:

„Vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini..“

Bu cümle ile billûrlaşan bir hakikat, öyle beliğ ve berrak bir şekilde ruha akıyor ki, mânâsı itibariyle insanı titretirken, ruhu ürpertirken bile uhrevî bir haz veriyor, kalbe niyaz veriyor. Aklı ve vicdanı ebedî iklimlerde gezdirerek, masivadaki fena damgasını gösterip, imanı ve aklı tam olan insana “küllü şey’in halikün illâ vechehû“ dedirtiyor. Bu hakikatın sırrına tam vâkıf olan mü’min ve mücahid kullar, ölüm ile terk edecekleri ve arkalarında bırakacakları mamelek ve evlâda kalplerini bağlamazlar ki, ayrılırken de fazla acı çekmeden, onları sahib-i hakikîlerine havale ederek, rahat-ı kalple bu dünyadan göçüp giderler.
Bu derste, dehşetli ve celâlli perdeler sıralanırken; vefat eden kişinin bakiye-i âsârının dahi vefat etmesini, unutulmuşluğun, gözden kaybolmuşluğun, tabiri caiz ise, „gözden düşmüşlüğün“ en korkunç ve ürpertici vaziyetini, şimdi hayatta olan herkes, şimdiden tahammülü nisbetinde tasavvur edebilir. Bu gerçeği, camilerde hocalarımız cemaate el açtırıp “amin“ dedirtirken, “nesilleri kesilmiş, tamamen unutulmuş, arkalarından bir Fatiha gönderecek kimseleri kalmamış kimselerin de ruhlarına“ şeklinde ifade ederler .

Ey Kadir olan Mevlâm! Ey Bâki olan Allah’ım! Bir insanın bakiye-i âsârının dahi vefat etmiş olmasının ne demek olduğunu daha şimdiden, ecel kapımızı çalmadan, çenemiz kapanmadan, gözlerimiz yumulmadan bize idrak ettir ki; ona göre yaşayıp, hayatımızı da ona göre sürdürelim. Bediüzzaman kulunun notalarına iyi kulak verelim. Şu âlemin fenasından sonra bize refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla bizden müfarakat eden birşeye kalbimizi bağlamayalım. Berzah seferinde bize arkadaşlık etmeyen ve kabir kapısına kadar bizi teşyi etmeyen şeylere meyletmeyelim. (Burada içimden “Şaban Döğen kulun gibi” demek geldi.)

On İkinci Nota’da Üstad der ki: “Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar.”

«««

Şaban Döğen’ in de bâkiye-i âsârından sayılabilecek, sabit ve bir derece devam edebilecek kitapları vardır. Ama bu devamlılığın nereye ve ne zamana kadar olacağını Allah bilir. Lâkin onun da yazdıklarına kaynak ve esas olan âyet ve hâdislerin ebedî olduğuna, Kur’ânî risalelerin dünya durdukça okunacağına olan imanımız tamdır. Öyleyse Şaban Döğen’in bakiye-i âsârını da, bu Nur dairesinde bulunan herkes gibi burada ararsak, korku ve endişeye, dehşete kapılmaya gerek kalmaz. Zira onun şahsî ve nesebî bakiye-i âsârı tamamen tükenmeye yüz tutsa da, oralarda unutulsa da, risâleler onu unutmaz, Sahib-i Kur’ân onu bırakmaz. İşte İhlâs Risâlesi’nde geçen bir hakikat:

”Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, ‘Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum’ diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve ‘O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum’ der, rahatla yatar.”

«««

Evet, Şaban Ağabey hâla aramızdadır. Hâla gazetemizin İnternet sitesinde ilk sayfada yüzümüze gülüyor. Biliyorum, geçen yazımda bu köşedeki bu ifadelerimi de gülerek ve memnuniyetle karşıladı. Ama bir mukabelede bulunmadı. Zira, kendisinden bahsettiğimi sadece o biliyordu. Ama bu güzel vasıfların onda olduğunu siz değerli okurlarımız biliyorsunuz. Evet, o zaman şöyle yazmıştık:

“Kırk yıllık bir yazarımız, elektronik mailinde meth ü sena meyliyle bize teveccüh göstermiş. ‘Şiirde olduğu gibi, yazıda da başarılısın’ demiş. Vallahi ben öyle görmüyorum. Ama asıl olan, o muhterem yazar ağabeyimin nasıl gördüğü veya nasıl görmek istediğidir. Yani makbul olan benim yazılarım değil, onun nazarı ve iltifatıdır. ‘Başarılı olmaya mahkûmuz¹ şeklinde algılamak istediğim, önemli mesajıdır. Bize uzatılan böyle makbul bir iltifat elini ancak öperiz. Asıl fazilet; birçok kitaba imza atmış kırk yıllık bir yazarın, bir başkasının yazısını beğenebilmesi ve bunu açıkça ifade edebilmesidir. Yeni Asya mektebinin yetiştirdiği bir yazar olarak yerinde sebatıdır. Karadelikler gibi ihlâsı yutan ve insanı şöhret hastalığına müptelâ eden medya meddahlarına itibar etmemesidir. Edep ve marifetini buradan alıp, emek ve himmetini başka kulvarlarda harcamamasıdır. Ve asıl fazilet, ‘faziletfüruşluk’ yapmama faziletidir. Bilmem, bu yazar ağabeyimin, ‘kardeşlerinizin meziyetiyle şâkirane iftihar’ düsturuna uyduğunu söylersem, ‘meziyetfüruşluk’ mu yapmış olurum?”

Gazetede bu satırları yazmadan önce, bizzat kendisine de şöyle mukabelede bulunmuştum:

“Bismihî Subhanehu, sevgili Şaban Abim, son zamanlarda zatınızdan gelen güzel iletilere teşekkürler. Allah razı olsun. Cenâb-ı Hak sizlere sıhhat ve sağlık içinde hayırlı uzun ömürler, halisane hizmetlere muvaffakiyetler ihsan etsin. Ayrıca yazılarımızla alâkalı lütufkar kabulünüz, Rabbimize arz edilen duadır İnşaallah. Bizler çırak, sizler ustasınız. Ustanın kabulü çırağı ancak sevindirir. Duâlarınıza amin diyerek, selâm ve hürmetlerimi arz ederim.”

«««

Yavuz Sultan Selim hakkında yazdığım bir yazı da Şaban Ağabeyin hoşuna gitmiş, bilhassa aşağıdaki yorumu “güzel” bulmuştu:

“Ey ‘Hadimü’l Haremeyn’ olan aziz sultan! Sen berzah âleminde, ben dünyadayken bile, sana yönelip seninle hasbihal etmenin lezzetini tattım. Bu iman ve his yakınlığından cesaret alarak, senin de büyük ‘tezat’ olarak ifade buyurduğun ‘zayıf’ hissine kendimce bir yorum yapmak istiyorum. Hani şu Mısır seferi esnasında, çadırına hizmet için giren Türkmen kızıyla ilgili olduğu rivayetine hamledilen; ‘Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan/ Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek’ mısraların var ya… Bence senin gibi İslâm Birliği siyasetinde vazifeli olan bir müceddit için, bunu nefsanî yorumlamak hata olur. Olsa olsa, senin ruh âleminde gizlediğin bir idealinin sevdasıdır, o şekilde tezahür etmiştir. Veya bunun sırrını berzahta ve ahirette öğrenmeye havale edip, rivayetlere göre Şah İsmail’e yazdığın bir dörtlükle arzuhalimi noktalayıp, İslâm Birliğinin gerçekleşmesi bayramında buluşmak üzere… El Baki Hüvel Baki. “

Ne dersiniz, Şaban Ağabey berzahta Yavuz Sultan Selim Hazretleriyle görüşüp bu sır üzerine konuşmuş olamaz mı yani? Allah dilerse, elbette olur.

«««

Şaban Ağabeyi, Haziran ayında Münih’teki dört günlük aile proğramına eğitimci olarak dâvet etmiştik. Onunla alâkalı yazışmalar hâlâ duruyor. Bakalım onun bâkiye-i âsârı olarak daha ne kadar duracak. Münihli dost ve kardeşler ona çok dua ediyorlar. Bilhassa program boyunca onunla beraber olan Oğuz Bey diyor ki: “Cenâb-ı Hak, onun yazdığı ve söylediği her harf mukabilinde binler hasenat yazsın.” Fatih Bey de, “Allah ondan razı olsun ve bizleri Peygamberimizin sancağı altında Üstadımızla beraber haşretsin” diye niyazda bulunuyor.

Ayrıca Münihliler diyorlar ki, Ali Uçar ve Bayram Ağabeyler de son Münih ziyaretlerinden dönerken vefat ettiler. (Olsun, biz yine gerektiğinde Münih’e gideriz. Değil mi?)

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*