Sadeleştirme harf inkılabının hedeflerine hizmet ediyor

Düzce Yeni Asya Derneği tarafından tertiplenen “Risale-i Nur’un Orijinal Dili ve Sadeleştirme” konulu panelde, harf inkılâbının yeni nesillerin Kur’ân ve onun dili ile bağını koparmak gayesiyle gerçekleştirildiği vurgulandı. Bu açıdan bakıldığında Risale-i Nur’u sadeleştirme hareketinin de harf inkılâbının temel hedefleriyle örtüştüğü belirtildi.

“RİSALE-İ NUR’UN ORJİNAL DİLİ VE SADELEŞTİRME” KONULU PANEL BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ

Sadeleştirme hareketi harf inkılâbının hedeflerine hizmet ediyor

Düzce Yeni Asya Derneği tarafından tertiplenen “Risale-i Nurun orijinal dili ve sadeleştirme” konulu panel, geçtiğimiz hafta sonu Düzce Müftülüğü Salonu’nda coşkulu bir topluluğun katılımıyla gerçekleştirildi. Tıklım tıklım dolu bir salonda, baştan sona yoğun bir ilgiyle takip edilen panel,  Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle başladı. Açış konuşmasını dernek temsilcisi Nejdet Pehlivan’ın yaptığı panele konuşmacı olarak Risale-i Nur Enstitüsü Genel Sekreteri Ahmet Dursun, Yazar Latif Salihoğlu, Prof. Dr. Ahmet Kırkkılıç ve panel yöneticisi olarak Av. Kadir Akbaş katıldılar.

Paneli yöneten Kadir Akbaş, Düzce Yeni Asya Derneği’ni Türkiye’nin gündemini yakından takip etmesinden dolayı tebrik ederek şunları ifade etti. “Bediüzzaman Hazretleri nev-i beşerin en büyük meselesi ‘Cehennemden kurtulmaktır’ diyor. Cehennemden kurtulmanın yolu da imanla kabre girmekten geçiyor. Risale-i Nur hem Anadolu’da, hem yeryüzünde milyonlar insanın iman vesikasını elde etmesine, imanla kabre girmesine, cehennemden kurtulmasına vesile oldu. Bundan sonra da küfr-ü mutlakın belini kıran, kıracak olan Risale- i Nurdur.”

Panelin konusunun hem bizlerin, hem evlâtlarımızın, hem de sonraki nesillerin cehennemden kurtulmasına vesile olacak olan Risale-i Nur’un aslî vazifesini, hizmetini sürdürüp sürdürememesi konusundaki endişelere işaret ettiğine dikkat çeken Akbaş, sadeleştirme hareketlerinin bu endişeleri arttırdığını ifade etti.  Akbaş, bu panelin bu hassasiyetle tertiplendiğini belirterek sözü Risale-i Nur Enstitüsü Genel Sekreteri Ahmet Dursun’a bıraktı.

Ahmet Dursun konuşmasına konunun genel bir çerçevesini çizerek başladı.  “Risale-i Nur nedir? Nasıl bir tefsirdir?  Risale-i Nur’un telif edildiği yıllar hangi şartları içinde barındırmaktadır? Bu eserlerin dili hangi özelliklere sahiptir? Risale-i Nurlar bazı kişilerin iddia ettiği gibi anlaşılmaz mıdır? Bu eserler sadeleştirilebilir mi?” gibi sorulara cevaplar arayacaklarını ifade eden Ahmet Dursun öncelikle “dil” kavramı üzerinde duracağını belirtti.

Dilin insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir vasıta ve varlığımızın evi olduğunu ifade eden Ahmet Dursun, bir milletin yüzyıllar boyunca oluşturduğu tarihî inancın ve kültürünün ortak deposunu dilin oluşturduğunu belirtti. Dursun, konuşmasına şöyle devam etti.

“Dil nesilleri birbirine kavuşturan bir köprüdür. Eğer dil kesintiye uğrarsa, dil üzerinde herhangi bir oynama yapılırsa milletin hafızası yok edilmiş, nesilleri birbirine bağlayan köprü yıkılmış demektir.”

Türkçenin tarihî gelişimine de değinen Ahmet Dursun, dilimizin İslâm ile müşerref olmamızdan sonra zenginleştiğini  ve kısa sürede bir imparatorluk dili haline geldiğini  belirten Dursun edebiyat şaheserlerimizin ve öğretici nitelikteki İslâmî eserlerimizin bu dille yazıldığını ve sonraki nesillere aktarıldığını söyledi.

18 ve 19. yüzyıllardan itibaren Osmanlı’nın her sahada yaşadığı kültür ve medeniyetle ilgili çözülmelerden dilin de nasibini aldığını ifade eden Ahmet Dursun “Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki en az üç asırdır bu topraklar, bu millet kendi aydınının ve münevver diye gördüğü insanının ihaneti ile karşı karşıya kalmıştır. Bu ihanet nedir? Bu ihanet bin yıllık birikime sırtını dönmek, İslâmî değerleri dışlamak ve koca bir medeniyeti yok saymak, dışlamak ihanetidir. Bu ihanetin adı en basit ifadesiyle Batıcılıktır” dedi.   Batıcılık, laiklik ve Türkçülük üzerine kurulan Cumhuriyet’in dil, kültür ve medeniyetimiz için en önemli kırılma noktalarından birini oluşturduğuna dikkat çeken Dursun,  bu dönemi anlaşılmasının Risale-i Nurların dilinin ve yazıldığı şartlar açısından önemli olduğunu belirtti.

Cumhuriyet elitinin Türk modernleşmesini din dışılık üzerine kurguladığını ifade eden Dursun, bu anlayışın sert bir toplum mühendisliğiyle  insanımıza  dayatılan ilke ve inkilâplarla desteklendiğini söyledi. Ahmet Dursun konuşmasını şöyle devam ettirdi: “Cumhuriyet elitlerinin medeniyet anlayışında şu vardır. Bir tek medeniyet vardır, o da batı medeniyetidir. Bu medeniyeti elde etmek için her şey feda edilebilir. Din ve mukaddesat da buna dahildir. Meselâ, Risale-i Nur okuyucuları Emirdağ Lâhikası’nda yer alan Lozan’ın İçyüzü isimli makaleyi iyi bilirler. O makale Türkiye’nin İslâm ile alâkasını ve İslâm’ı temsil rolünü ortadan kaldırmak isteyen kesimlerin zihniyetini çok iyi yansıtır.  Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki uygulamalar özellikle dine karşı yapılan hücumlar, dinde reform adı altındaki çeşitli tasarruflar, çeşitli baskılar, Türkçe ibadetten, ezanın Türçeleştirilmesinden tutunuz Ayasofya’nın müzeye çevrilmesine kadar, bir çok noktada dine, mukaddesata ve şeair-i İslâmiyeye karşı büyük hücumları bunun ispatıdır. Bugün tartıştığımız gençliğimiz, ahlâkımız, sosyal hayatımız, çeşitli toplum mühendisliği oyunlarıyla anarşi ve intihar için olgun hale getirilen bir neslin eseridir. Peki hep böyle mi devam edecekti? İşte burada bir duruşla karşılaşıyoruz. Bu duruş hazreti üstadın duruşudur. Risale-i Nur’un duruşudur. Risale-i Nur bu din dışılığa karşı bir duruştur. Risale-i Nur bu topraklar üzerinde bu gençliğin imanı ve mukaddesatıyla, şeair-i İslâmiye ile oynamak isteyenlere verilmiş en güzel cevaptır. Risale-i Nurun neden sadeleştirilmemesi gerektiğine biraz da bu perspektiften bakmak gerekir.”

Harf inkılâbına da değinen Ahmet Dursun, Cemil Meriç’in ifadesiyle bu inkılâpla kütüphanelerin birer tuğla yığınına dönüştürüldüğünü söyledi. Lâtin alfabesini kabul etmenin bin yıllık İslâmî birikime sırtını dönmek, millî ve dinî hafızayı yok saymak anlamına geldiğini belirten Dursun sözlerine şöyle devam etti. “Bu hareketlerle genç nesiller geçmişini anlayamaz hale geldi. Baba oğlunu, dede torununu anlayamaz hale geldi. Bu hareket anne ile oğlu arasındaki bağı koparan bir hareketti. Bütün bunlara rağmen geçmişi yıkma, ortadan kaldırma hareketlerine karşı ayakta duran, buna direnen bir dil var. O da Risale-i Nur’un dilidir. Risale-i Nurlar tarihimize, dinimize, kültürümüze yabancılaştığımız ya da yabancılaştırıldığımız bir dönemde telif edildi. Onun için Risale-i Nur alelâde bir eser değil. Risale-i Nur Kur’ân’ın bu zamandaki en mühim tefsiri. Risale-i Nur dini değerleri, maneviyatı yok edilmeye çalışılan gençliğe ebedî saadeti kazanmanın yollarını gösteren bir eser. Risale-i Nur yıkılan köprüleri tekrardan inşa eden, birleştiren, nesilleri birbirine kavuşturan bir eser. Risale-i Nurlar Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş sürecinde bütün kırılmalara, sosyal ve kültürel facialara şahit olan ve  bunlara karşı tedbirler alan  Bediüzzaman’ın eserleri. Dolayısıyla bu eserler düştüğümüz noktadan nasıl kalkacağımızı da gösteren bir özelliğe sahip. Bu noktadan Risale-i Nur’un dili bir anahtar niteliğinde.”

Bediüzzaman’ın  Kur’ânî ve nebevî dili başarıyla bu çağa aktardığını ifade eden Ahmet Dursun, yeni nesilerin Kur’ân ve onun dili ile bağını koparmak gayesiyle gerçekleştirilen harf inkılâbının temel hedeflerinin Kur’ânî dili zedelediği için Risale-i Nurları sadeleştirme hareketiyle örtüştüğünü vurgulayarak Mehmet Âkif’in meal macerasıyla sadeleştirme hareketi arasındaki bağlantıya dikkat çekerek sözlerini şöyle tamamladı.

“Âkif, üzerinde on yıla yakın çalıştığı kendi mealini, Kur’ân’ın yerine okutulacak endişesiyle yaktırdı. Bugünkü sadeleştirme hareketiyle bu açıdan bir benzerlik kuruyorum. Nasıl ki, Mehmet Âkif’in meali, Türkçe ibadet projesi çerçevesinde, Kur’ân-ı Kerîm’in yerine okunmak için yazdırılmıştır. Sadeleştirme hareketi de, sadeleştirilmiş eserleri Risale-i Nur’un yerine ikame etme çabasından başka bir şey değildir, diye düşünüyorum.”

KIRKKILIÇ: SADELEŞTİRME CEMAAT RUHUNU DA YOK EDER

İkinci olarak söz alan Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Kırkkılıç, yaptığı çalışmanın Risale-i Nurları sadeleştirmenin doğuracağı sonuçları da kapsadığını ifade etti.  

Millî hafızasını geçmişin kültürüyle birleştiren milletlerin her türlü felâketin üstesinden gelebileceklerini ifade eden Ahmet Kırkkılıç, kültürün yozlaştırılmasıyla milletin kimliğini kaybedeceğini belirtti. Çeşitli örneklerle konuşmasını sürdüren Kırkkılıç, Güneş Dil ve Türk Tarih tezinin kültür ve geleneğimiz üzerindeki yıkıcı etkilerini dile getirdi. Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan sözlüklerdeki madde sayılarını ifade eden Ahmet Kırkkılıç, on beş binden başlayan bir madde sayısının şimdilerde yüz yirmi binlere kadar geldiğini, ama hâlâ bir Redhouse gibi sözlüğün kelime sayısına ulaşamadığımızı belirttikten sonra, bunda dilimizden Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasının da büyük rol oynadığını vurguladı ve “Her yıl bir milletin sözlüğünden belli miktarlarda kelimeler çıkarılırsa o milleti düşünemez hale getirirsiniz” dedi.

Prof. Dr. Ahmet Kırkkılıç sözlerine şöyle devam etti: “Risale-i Nur Külliyatının orijinal dil ve üslûbunda dilimiz canlı olarak yaşamaktadır. Sadeleştirme meselesinde, ‘Bu işe girişenler belki çok da kasıtlı insanlar değildir, belki de kendilerinin karşılaşmış oldukları zorlukları başkalarının yaşamamalarını istiyorlardır’ diye bir mütalâa ortaya atılabilir. Fakat meselenin kâr ve zarar hanelerine bakmak lâzım. Acaba sadeleştirme ne getirir, ne götürür. Bu mesele başka kimlerin dâvâsına hizmet edecek, gibi birçok soru gündeme gelecektir.”

Risale-i Nur okumalarının yaygın ve kitleler halinde devam ettiğine dikkat çeken Ahmet Kırkkılıç, bunun başka bir örneğinin bulunmadığını, çeşitli şekillerde gerçekleştirilen bu okumaların bir birikimi beraberinde getirdiğini belirtti. Risale-i Nur okumalarında okuma, anlatma, dinleme ameliyelerinin birlikte gerçekleştiğine dikkat çeken Kırkkılıç, ilmen bu tür okumalarda anlamanın yüzde yüze yakın oranda gerçekleştiğinin ispat edildiğini ifade etti ve şunları söyledi: “Şimdi böyle bir ortam vukua geliyor. Kitaplar topluluğa dağıtılıyor, herkes tarafından dikkatlice okunuyor. Bazen de öyle olmuyor genel sohbetlerde birisi okuyor, diğerleri de kendi âlemlerinde onları [okunan hakikatleri] yaşıyorlar, sindiriyorlar. Bazen de mütalâalı okumalar oluyor. Biz Erzurum’da akademisyenler arasında mütalâalı dersler yapıyoruz. Bazı derslerde 25- 30’un üzerinde sadece akademisyen prof, doç. vs oluyor. Bir araya geliyoruz. Hepimiz elpençe divan durarak ‘Bu zat nasıl yüksek perdeden konuşmuş’ diye mütalâa ediyoruz. Fikir teatilerinden barika-i hakikat ortaya çıkıyor. Herkes kendi akademik alanıyla ilgili olarak anladıklarını ortaya koyuyor. Sadeleştirmede ise herkes kendince okuma cihetini seçecektir. Risale-i Nur dersleri, yani ilâhî ve peygamberî kelâm tefekküre vesile oluyor.  Sadeleştirme bunu ortadan kaldırıyor. Ayrıca Risale-i Nur’da sadeleştirme cemaat şuurunu yok eder. Bir araya gelme şuurunu yok eder.”

Sözlerinin devamında Risale-i Nurun yeni nesillerin kelime hazinesini geliştirdiğine, 100-200 kelimeyle konuşan gençlerimizi eğittiğine ve dilimize yaptığı katkıya dikkat çeken Kırkılıç, Risale-i Nur’un kıt düşünme gibi bir olumsuzluğu ortadan kaldırdığını belirtti.

Sadeleştirme ile ilgili mülâhazalara bakınca “Bediüzzaman Hazretleri böyle bir şeyi akledemez miydi, aklı buna yetmiyor muydu, ileriyi göremiyor muydu?” gibi bir çok sorunun aklımıza geldiğini ifade eden Ahmet Kırkkılıç sadeleştirmenin başkalarının zekâsını hafife almak anlamına geldiğini de belirtti. “Bizim anladığımız budur, siz de bu kadar anlayacaksınız” mânâsına gelen bu hareketi tasvip etmediğini belirten Kırkkılıç, Risale-i Nur’daki kelimelerin edebî değerlerine, kelimelerin ahengine ve bu kelimelerin seçilmesindeki titizliğe dikkat çekerek konuşmasını tamamladı.

SALİHOĞLU: BEDİÜZZAMAN, RİSALELERİ TAHRİF EDENE HAKKINI HELÂL ETMİYOR

Son olarak sözü alan Yeni Asya Gazetesi yazarlarından Latif Salihoğlu, sadeleştirme konusunda Risale-i Nurlardan yola çıkarak konuşmak istediğini belirtti.
Sadeleştirme konusundaki hassasiyet ve itirazların olayın vahim olmasından kaynaklandığını belirten Salihoğlu yaptığı incelemelerde şu kanaatlere ulaştığını söyledi:

“1- Orijinaliteyi bozarak asliyetini değiştirerek yapılan bu iş evvela sadeleştirme değildir.

2- Nur Risalelerinin müellifi, sözlerinin değiştirilmesini, eserlerini tahrif edilmesini katiyen istemiyor ve rıza getirmiyor.

3- İman kurtarma dâvâsına hayatını vakfeden Bediüzzaman can düşmanlarını, kendisinin idamını isteyen baş düşmanlarını affediyor. Şahsî hakkını onlara helâl ediyor. Fakat Nur Risalelerinin lisanıyla oynayan kişileri, bu lisanı değiştirmeye çalışan dostlarını dahi affetmiyor. Onlara hakkını helâl etmiyor.”

Bunların delillerinin Bediüzzaman’ın hayatında ve Nur Risalelerinde olduğunu ifade eden Salihoğlu,  sadeleştirmenin toplumsal kaynaşmayı, cemaatleşmeyi ve bilhassa Türk-Kürt kaynaşmasını ve kardeşliğini adeta dinamitlediğini söyledi.

Yapılan işin sadeleştirme olarak da adlandırılamayacağını vurgulayan Salihoğlu, ezan Türçeleştirilmesini örnek vererek “ezan Türkçeleştirildikten sonra daha iyi mi anlaşıldı? Davet çoğaldı mı? Camiye gelen cemaatin sayısı mı arttı? Yoksa tersine mi oldu.” diye sordu.  Ezanı Türkçeleştirenlerin dahi camiye gelmediğini ifade eden Latif Salihoğlu, Lâtin alfabesinin getirilmesini de bir ihanet olarak yorumladı. Bediüzzaman Hazretlerinin Eskişehir Mahkemesinde ‘niçin lâtince getirdiniz?’ diye müdafaa yapmadığını ‘Niçin Kur’ân’ı yasakladınız?” diye müdafaa yaptığını belirten Salihoğlu tarihe ve dine  gösterilen husûmeti Türk harfleri diye yutturduklarını söyledi.

Sadeleştirmeye daha çok bu açıdan yaklaştığını belirten Latif Salihoğlu, Bediüzzaman olaylara Kur’ân’ın dürbünüyle baktığını ve o yüzden kimsenin göremediğini gördüğünü belirtti. “Bediüzzaman arka plandaki niyetleri gördüğü için yaşadığı dönemde sadeleştirmeye izin vermemiştir” diyen Salihoğlu sadeleştirmenin bozmak, sahteleştirmek olduğunu söyledi.

Salihoğlu sözlerine şöyle devam etti: “Bu işin önü açılsa,  şimdilik iki üç yayın evi yaptı, yirmi tane yayınevi yapsa ne olacak? Hakikî Risale-i Nur nerede, orijinali nerede, nasıl bileceğiz? Bu yüzden orijinal zedelenmemeli, kaybolmamalı, gölgelenmemeli. Risale-i Nur bütün lisanlar üzerinde lisanen de saltanatını kuracaktır. Bu karanlık asırda insanlara muhtaç olduğu huzura kavuşturan Risale-i Nur’dur.  Bu yüzden orijinali korunmalıdır.”

Risale-i Nur’un anlaşılmama meselesindeki beyanlara dikkat çeken Salihoğlu, müellifinin Risaleleri meyve bahçesine benzettiğini ifade etti ve  “Bu bahçeye giren herkes kendi kabiliyetine göre istifade eder, her meselesini anlamazsa da hissesiz kalmaz” dedi.

Bediüzzaman’ın defalarca Risale-i Nurların kendi malı olmadığını, bu eserlerin Kur’ân’ın malı olduğunu tekrarladığını söyleyen Salihoğlu, bu yüzden Kur’ân’ın yıldızlarından nüzul edip gelen Risale-i Nurlara kimsenin parmak karıştıramayacağını ifade etti. Münâzarât’ta ve başka eserlerinde görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın tashihine katiyen razı olmadığını, anlaşılmama gibi sebeplerle eserleri sadeleştirenlere hayatta iken karşı çıktığını, onlara ‘Benim imzamı kaldır kendi imzanı koy kardeşim’ dediğini aktaran Salihoğlu,  Bediüzzaman’ın kesinlikle cevaz vermediği bir meselede ısrar etmenin doğru olmadığını vurguladı.

Bediüzzaman’ın asıl dâvâsının iman kurtarma dâvâsı olduğuna dikkat çeken Salihoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu dâvâya hayatını vakfeden Bediüzzaman bir çok yerde düşmanlarına, ben hakkımı helâl ediyorum, diyor. Yani bir savcı benim idamımı isteyebilir. Fakat Risaleleri okuyup da imanını kurtarsın ben ona da hakkımı helâl ettim, diyor. Ama eserlerinin değiştirilmesine müsaade etmediği gibi bunu yapanlara da hakkını helâl etmiyor.”

Sadeleştirmenin Risale- Nurların asliyetini bozduğunu sadeleştirilen Lemalar ve Sözlerden yola çıkarak örneklerle anlatan Salihoğlu meselâ; Yirmi Sekizinci Lema’daki “tahayyüzden mukaddes, münezzeh, Müberra, mualla olan Zat ı zülcelâl’in… ” şeklindeki Cenâb-ı Hakk’ı sıfatlarıyla anan ifadenin ‘değişmekten, başkalaşmaktan, bölünmekten ve mekandan münezzeh, mukaddes, arınmış ve yüze Zat-ı Zülcelal’in… diye değiştirildiğini,  ‘arınmış’ ifadesinin itikadî açıdan da sorunlu olduğunu, müberranın arınmak anlamına gelmediğini ifade etti. “Arınmak ne demek? Günah işleyip günahtan temizlenmek demek” diyen Salihoğlu “Buradan-haşa- sanki Cenâb-ı Hak günah işlemiş, ondan sonra arınmış” anlamının çıktığını söyledi. Sadeleştirmenin işi buralara getirdiğini belirten Salihoğlu, bunun hizmet olamayacağını vurguladı. Başka örneklerle Mi’raç kelimesinin merdiven  olarak değiştirildiğini, “müşevveş Said” ifadesinin “aklı karışık Said” olarak çevrildiğini belirten Salihoğlu “İnsanlar aklı karışık insanın kitabını niye okusun ki?” diye sordu ve sadeleştirmeyi bu bağlamda bir dinamitleme hareketi olarak yorumladı. Salihoğlu, Risale-i Nurların Türkiye’de en muazzam kaynaşmayı sağladığını ve Risale-i Nur’un lisanının bu ülkede ortak payda haline geldiğini vurgulayarak sözlerini bitirdi.

Sonuna kadar ilgiyle izlenen panel soru-cevap faslıyla son buldu. Panel sonunda dâvetlilere Düzce Yeni Asya Derneği tarafından 2014 Yeni Asya takvimi hediye edildi. Salon girişinde açılan standda sergilenen kitaplarımız da büyük ilgi gördü.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*