Saflar netleşirken veya beklenilen mücadele

“Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar” cümlesinin ihtiva ettiği çok mânâlardan bir tanesi de, 11 Eylül felâketinin arkasına gizlenen saadetler olabilir mi? Okuyucularımızın hafızalarına güveniyoruz. 11 Eylül’ün Amerikan devletini esir alan bir iç ihtilâl olduğunu, tüm semavî dinlere, mukaddesat ve medeniyetlere düşman, tahripkâr cereyanın Amerikan iradesini ele geçirdiğini çok önceden belirtmiştik.

Hatta bizdeki 12 Eylül’le irtibatlandırılabilinecek kadar benzerliklerinden bahsetmiştik. Amerikan halkına rağmen ordusunun “dinozorlarca” Hindukuş dağlarına sevk edildiğini, maksadın; tahripkâr ve kapital toplamada harîs ve hasis “zındıkanın” menfaat bekçiliğini yapmak olduğunu da belirtmiştik.

Dünya tarihi meşhur Yahudi milletinin mütemadiyen düçar olduğu felâketlerin sebeplerini sayarken, vurguyu bu milletin hırsla servet biriktirme ve topladığı servetle iktidarlara müdahale etme hastalığına yapar. Dünya servetiyle hükümetlerin iktidarları arasındaki münasebetler üzerine yüzlerce eser yazılmıştır. İşin içine hırs, hile, faiz ve tamah da girince genellikle toplumun şirazesi bozuluyor. Bu mazlum milletin zulüm gördüğü iktidarların farklılığı kadar, söz konusu halkın “değişmez hastalığı” da tarihçilerin dikkatlerinden kaçmıyor. 11 Eylül’den sonra, gerek Afganistan’a, şimdi de Irak’a ısrarla savaş isteyen büyük başların söz konusu milletten olmaları hakikaten başta barışçı Yahudiler olmak üzere tarihi bilenleri endişelendiriyor.

Yukarıdaki bağlantısız paragraftan sonra, şu hakikate işaret etmek istiyoruz: Amerika’nın muhtemel bir Irak saldırısına karşı gelişen hadiseler, yine Bediüzzaman Hazretlerinin “…Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkii ediyor” sözlerinin müşahhas örnekleri olarak sayfalara yansıyor. Mücadelenin fertler, millet ve devletler arasında olmadığını isbat edercesine ayağa kalkan Avrupa ve Amerika halkları, bu açık savaşın gizli kahramanlarını da ele vermeye başladığı kanaatindeyiz. Zira mücadelenin taraflarını; ırklara, organizeli devlet ve coğrafyalara göre belirlemenin imkânsızlığına rağmen Amerikan-Irak savaşından bahsetmek abesle iştigal olmaz mı?

Amerika, elindeki tüm medya kaynaklarını korku ve rüşvetle maksadına âlet etmeye çalıştığı halde, savaşın kamuoyundaki desteği günden güne erirken, Türk halkının yüzde seksen dokuzunun “bu pis işe” karşı olmasına rağmen bazı odakların savaş taraftarlığı tutumlarıyla, hükümetin bu husustaki korkak tavırları da, bazı dinozorcukların tekelindeki medyaya “savaşa destek” olarak yansıyor. Amerikan ve Türk halklarının istemediği savaşı kimler, kimlerin menfaatine ve nasıl yapacaklar?

Globalleşmenin iyiliklerini beklerken, “global savaş”la karşı karşıya kalan dünya, savaşın karşıtlarıyla taraftarlarının resimlerini çoktan toplamaya başladı. Savaşın Amerika-İngiltere ile Irak arasında olmadığını, belki asıl mücadelenin belli değerlere/ mukaddesatlara inanmış, Allah inancı, insanlık sevgisi, dünya barışı veya çevre endişesini hayatlarına esas almış tabakalarla, dünyayı arzu ve menfaatleri uğruna ahmakça ateşe vermek isteyen “insanlık düşmanları” arasında olduğunu Atlanta’dan Pekin’e kadar herkes anlamaya başladı.

Savaş için inisiyatifleri esir alınan hükümetlerin coğrafyalarından—Allah korusun—bombaların yağacağı Bağdat’a yüzlerce Batılının “canlı kalkan” olmak üzere yollara düştüğü bir zamanda; ancak deccal ve karşıtlarının aralarındaki bir savaştan bahsedebiliriz.

Ortadoğu petrolleri, Amerika ve küçükadayı mekân tutmuş dinozorlar kadar, kıta Avrupa’sındaki politikacı ve tüccarların da iştahını kabartabilir. Fakat bu kıtadaki meşveret sistemine dayalı idareler, keyfîliğe müsaade etmiyor. Hele bir de İkinci Dünya Savaşının getirdiği felâketi yaşamış, hürriyet ve bilimle uyanmış halklar da devreye girince, “dessas diplomatların üfürükleri” düşmanlık yolunda, bir şey ifade etmiyor. Birbirilerine şedid birer düşman iken barışın ve paylaşmanın sembolleri yolunda yürüyen Almanya ile Fransa, Üstadın yüz sene önceden haber verdiği eski Avrupa’nın kabuğunu parçalayarak yepyeni İsevî bir Avrupa’nın doğumuna vesile oluyorlar, kanaatindeyiz.

Bütün bu güzel gelişmeleri gölgeleyen tehlikenin, “harîs tüccarın” tahripkâr dinsizlik cereyanına verdiği destekten kaynaklandığını da maalesef belirtmek zorundayız. Gerek harîs tüccar ve gerekse onun servetine özenenler, hırsın daima zararla neticelendiğini bildikleri halde, dünyayı kavuracak ateşe yakıt taşımaları insanlığın belki de en dehşetli bir imtihanı olsa gerek. Halbuki inancımıza göre ilk peygamberden son peygambere kadar bu “dehşetli ateş ve fitne” ihbarı ağızdan-ağıza tasdikle bize ulaşmış. İşte bundandır ki, zavallı dünyamızın canı burnunda, sakinleri ise yürekleri ağzında olarak yatıp kalkıyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri bu dehşetli mücadelenin sefine-i Nuh’un (asm) seyrettiği coğrafyalarda, bilhassa İstanbul ile Şam-ı Şerif arasında cereyan edeceğini Kur’ân ve hadis-i şeriflerden iktibasla haber veriyor. Felâketlerle saadetlerin içiçe yaşandığını ve asıl saadetin de şarta bağlı olduğunu da biliyoruz: İhtiyar dünyamızın kalbini durduracak bir hadise veya ona bir suikast olmadığı takdirde, tüm insanlığı son bir defa mutlu edecek saadet güneşi doğacaktır. Fakat Atlas’tan öte gelen ve bizim 12 Eylülcülerin tezgâhlarından geçerek efkâr-ı ammeye dağılan haberler hiç de içaçıcı değil: Tahripkâr deccaliyet bu savaşta nükleer silâhların da kullanılabilineceğini iddia ediyor.

Bizdeki “savaş taraftarı ve Arap düşmanlarıyla” Batıdaki savaş taraftarlarının karakterlerini tahlil ettiğimizde belli nüanslara rağmen yüzlerce ortak noktaya ulaşıyorsunuz. Ruhlarındaki şiddetli bozulma, bu zavallıların tüm güzelliklere düşman olmasına sebep olmuş: Bilim, sanat, medeniyet, aile, çevre, hürriyet ve fazilet… Tüm bunlara düşman. Menfaatlerini toplumun zararında arayan, başkasının mutluluğuyla mutsuz olan Nemrutça duruşları ve firavun kadar paylaşmaya karşı oluşlarıyla bunlar “global bir” tip” oluşturuyorlar.

Belirgin farklarına gelince… Batıdaki savaş tarafları şirretlerini açıktan ilân ediyorlar: Niyetlerini gizlemiyorlar. Bizdekiler münafıklık ve takiyye örtüleriyle maksatlarını gizliyorlar. Yalnızca sloganlarla yürüyorlar: Atatürkçülük, Cumhuriyetin temel değerleri, Kerkük petrolleri, Arap emperyalizmine karşı Türk-İsrail ittifakı ve Türkçülük…

11 Eylül felâketinin hemen akabinde safların bu kadar netleşeceğini kim bilebilirdi ki? İhtiyar dünyamızın yaralı omuzlarına yapışmış musibetzede insanlık, hasmını artık teşhise başladı. Dert teşhis olunursa devâsı—inşaallah—kolaydır. Batıdaki dinozorlarla bizdeki dinozorcuklar deşifre edilmenin verdiği panikle—Allah korusun—dünyaya birşey yapabilirler. İnsanlık ne yapıp yapmalı bu muhtemel savaşı durdurmalı…

Avrupa İsa’nın (as) dönüşüne artık intibak etmeye başladı. Zamanı keşfedip istikameti gösterenlerin gösterdiği yoldan, Mesih’in (as) komutasında yol alıyor.

Hedef ne, Şam-ı Şerif, ne Beyt-i Makdis, ne de İstanbul. Hedef, tüm insanî değerlere kastetmeye başlamış ve dünyanın en ücra köşesine kadar dal budak salmış “deccaliyet” ordularını yerle bir etmek… En büyük ümit ve desteği de İstanbul ve Şam-ı Şerif kuvvetleri…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*