Şahıs (tek adam) zamanı değil

Bilhassa genç kardeşlerimiz, karşılaştıkları bazı kimselerden “Âhirzaman Mehdisi” ile alâkalı olarak çok tuhaf şeyler duyduklarını söylüyor.

Bunların bir kısmı, gûyâ Risâle-i Nurları da okudukları halde, meselâ “Asıl büyük Mehdî’nin, mutlaka ve mutlaka Üstad Bediüzzaman’dan sonra geleceği” yönünde keskin iddialarda bulunuyor.

Doğrudur; şahsen kendim de zaman zaman rastladım, rastlıyorum, bu tür iddia sahiplerine.

Bazıları delil olarak, Münâzarât isimli eserde zikrolunan “Mehdî gelmek lâzımdır?” sualine mukabil, Üstad Bediüzzaman’ın verdiği şu cevabı göstermekteler:Eğer Mehdî acele edip gelse, baş-göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya (hazır) ve mümehhed (döşenmiş) oldu. Güzel çiçekler baharda vücutpezîr olur.” (Age, s. 47)

Evet, aynı eserde kendisinin kışta geldiğini ve bir müddet sonra güzel, cennetâsâ bir baharın geleceğini “Ey Saidler, Hamzalar, Ömerler!..” dediği istikbâl nesline müjdeleyen Bediüzzaman Hazretleri, gerçekte hazırlanmış olan zeminin ne için ve kimin için olduğunu, en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde, yine kendisi izâh ediyor.

Bediüzzaman, Münâzarât’ın telifinden otuz sene sonra kaleme aldığı bir mektupta, bazılarının kasıtlı şekilde, kimilerininse cerbeze yaparak ileri sürdüğü asılsız iddianın önünü şu sözleriyle kesiyor: “Hem bu Münâzarât risâlesinin ruhu ve esası hükmünde olan hâtimesindeki Medresetü’z-Zehrâ hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risâle-i Nur’a bir beşik, bir zemin ihzâr etmek idi ki, bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu.” (Kastamonu Lâhikası: 50)

Bu ifadelerden açıkça anlaşıldığı üzere, Münâzarât isimli eserin “ruhu ve esası”, istikbâlde çıkacak olan Risâle-i Nur’u gösterip işaret ediyor. Buna başka türlü mânâ verenin, ya zekâsından, ya da niyetinden şüphe etmemek elde değil.

Şayet, iyi niyet sahibi olup, Üstad Bediüzzaman’ın yerli yerine koyduğu işaret oklarının Risâle-i Nur’dan ve onun teşkil ettiği “şahsiyet-i mânevîye”den başka birşey gösterdiğine dair en ufak bir şüphesi, tereddüdü olan varsa, aynı hakikate parmak basan ve konuyu bütün netliğiyle izâh eden aşağıdaki iktibasları lütfen dikkatlice okuyup mütalaâ etsin.

“Bir ışık, bir nur görüyorum”

Aynen Münâzarât’ta olduğu gibi, Eski Said’in eserleri olan Sünûhât ve ilk Tarihçe-i Hayat isimli eserlerinde de, “İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum” diye, müjdeler veren Üstad Bediüzzaman, esasen bir hiss-i kable’l-vuku ile Risâle-i Nur’un haber verildiğini hatırlatıyor ve o müjdenin tevilini, tefsirini, tâbirini şu şekilde yapıyor:

“Hürriyetin bidayetinde (1908), Risâle-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikatla, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izâle için, ‘İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum’ diye müjdeler veriyordum. Hattâ, Hürriyetten (1908’den) evvel de talebelerime beşaret ederdim.

“Tarihçe-i Hayat’ımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünûhat misilli risalelerde dahi ‘Ben bir ışık görüyorum’ diye, dehşetli hâdisâta karşı o ümitle dayanıp mukabele ederdim…

“Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki, hâdisât-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

“Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne ve dindarâne hâletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

“Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.” (Kastamonu Lâhikası: 24)

* * *

Zamanın şahıs zamanı olmadığını, cemaat zamanı olduğunu, istikbâlde de maddî şahıslar değil, şahs-ı mânevî ve nuranî cemaatlerin hizmet edip mühim vazifeler göreceğini açıkça ve mükerrer şekilde beyan eden Üstad Bediüzzaman’ın, bir hikmete binaen aleniyete dökmeyip umumun nazarında medar-ı bahs edilmesini istemediği Mehdiyet meselesi hakkındaki bazı sözlerini, ya Bektaşî gibi yaparak, yahut da tam bir cerbeze ustalığıyla eğip bükerek, zihinleri şahıs beklentisi içine sokanlar var.

Bunların hevesini kursağında bırakmak, zihinleri kargaşadan kurtarmak ve meydanın boş olmadığını göstermek için, Risâle-i Nur’daki izâhlar yeterlidir. Onlara bakmalı, onlara odaklanıp mütalâa ve müzakerede bulunmalı. Yüzde yüz eminim ki, bu tür konulara dair anlaşılmayacak bir tek nokta kalmaz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*