Şahısları parlatan sönükler

Nur Külliyatında yer alan hizmet düstûrları içinde belki de en çok tekrar ile nazara verilen bir husus var ki, onun da hülâsası aşağıda aynen görüldüğü gibidir.

* * *
Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. (Kastamonu Lâhikası, s. 8; Tarihçe-i Hayat, s. 422)
* * *
Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. (Kastamonu Lâhikası, s. 106; Tarihçe-i Hayat, s. 127)
* * *
Şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. (Mektubat, s. 425)
* * *
Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. (Mesnevî-i Nuriye, s. 87; Emirdağ Lâhikası, s. 63)
* * *
Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis (duyarlı), sağırca (her söze kulak asmayan), metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder. (Sünûhat, s. 51)
* * *
Aynı mânâları ihtiva eden örnekleri daha da çoğaltmak pekâlâ mümkün.

Fakat, şimdilik bu kadarı yeterli. Maksadı hâsıl etmeye kâfi ve vâfi. Tabiî, anlayana veya anlamak istemeyene…
* * *
Bizler öyle dehşetli bir zamanda, öyle bir helâket ve felâket asrında yaşıyoruz ki, yıkıcı hâkim cereyanlara, fırtınalara karşı kendini muhafaza edebilmek hiç de kolay görünmüyor.

Aynı yıkıcı tehlikeye bilhassa hayat-ı içtimaiyeye temas eden Risâle-i Nur talebeleri de maruzdur.

Bir zaman, bu büyük tehlikeye maruz kalan Risâle-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur edince me’yus olduğunu beyan eden Üstad Bediüzzaman, kalbine ihtar eden şu muazzam hakikatle müteselli oluyor: “Kalben dedim ki: ‘Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?’ diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki: Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i âmâl-i uhreviye kànunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder.” (Kastamonu Lâhikası, s. 67)
* * *
Görüldüğü gibi, hayatın ve hizmetin hiçbir safhasında şahsın, ferdin kifayetliliğinden söz edilmiyor. Tam tersine, bu zamanın her tarafı saran ve sarsan dehşetli tehlikelerine karşı ferdin yardımı, himmeti, hatta duâsı ve takvasının kâfi gelmediği açıkça ifade ediliyor.

Dahası, bu şiddetli fırtınalar, tehlikeler karşısında bir başka şahsın himmetine sığınılması da doğru bulunmuyor. Zira, o da kifayetsiz kalır.

Yegâne çare ve necatın, kardeşlik dairesi içindeki binlerce dilin duâ, niyaz, tevbe ve istiğfar ile yardımlaşmasıyla ancak mümkün olabildiği nazara veriliyor.
* * *
Bunlar gibi daha sayısız delillerle aynı hakikatli noktaya parmak basıldığı halde, yine de tutup başka bir vaziyet takınan, meseleyi başka türlü yorumlayan, düsturları eğip bükerek Nur’un has dairesi içinde türlü gedikler açmaya çalışan kimselere rastlanılıyor.

Böyleleri, bilhassa daire içinde şahısları parlatmaya çalışıyor. Kendileri söndükçe sönükleşiyor belki, ama simsarlıktan da geri durmuyor. En büyük hülyası, illa da bir şahsın kulu, kölesi, en azından müridi gibi olmaktır.

Esasında, bu bir insanî zaaftır. Başkasını eteğine yapışma zaafı. Kendine güvenememektir. Özgüvenden yoksunluktur. Sorgulayıcı, tahkik ehli olmaktan bir mahrûmiyettir.

Evet, bilhassa şu âhirzamanda, hele Nur dairesi içinde şahısları parlatma simsarlığına soyunan bir kimsenin, hakikatte kendisin zayıf ve sönük bir karakterde olduğuna kanaat getirebiliriz. Bîçare, kendisi sönük olduğu için, bir başkasını parlatma zaafına düşüyor.

Böylelerinin acınacak durumlarına ne kadar hayret edersek edelim, yine de dinin bir imtihan olduğunu ve herkesin derecesine göre bu imtihana tabi olduğunu hatırdan çıkarmamalı.
* * *
Bu meselede dikkat nazarlarından kaçırılmaması gereken bir başka husus da şudur:

Bu zamanda bir şahs-ı manevî sûretinde hükmeden küfür ve dalâlet ehli de istiyor ki, iman ve hidayet cenahında olanlar fani şahıslara bağlansın. İradelerini onların eline, akıllarını onların ceplerine koysun. Tâ ki, o faninin kırılması, çürümesi, yahut ölüp gitmesiyle, ona bağlanan şevkler, ümitler, heyecanlar da toptan kılırıp sönüversin.

Evet, bu zamandaki dalâlet cereyanlarının en büyük bir silâhı da, mü’minleri toptan şevksizliğe, toptan ümitsizliğe uğratmaya çalışmaktır.

Bunda muvaffak olabilmeleri, toplu ümit ve iradelerin fâni ve geçici olan şahsiyete, siyasete, ticarete bağlı olmasıyla ancak mümkün olabiliyor.

Kendisini ve kardeşlerini bu tarz tehlikelere bile bile hedef etmenin adını koymakta cidden zorlanıyoruz.
* * *
Nur dairesinde şahıslara müridane surette bağlanmanın yolu açık tutulduğu veya bu yol geçerli addedildiği taktirde, şeyh, peder veya mürşid tavrını takınan hemen her bölgeden, her vilayetten, her şehirden düzinelerle şahısların zuhûr etmesi de kaçınılmaz hale gelir.

Böylesi bir durumda ise, fazilet hissinin dumura uğradığı şu enaniyet asrında, her halde “erken bir kıyâmet”i beklemekten başka bir şansımız kalmaz.

Hiç kimse kusura bakmasın. Beşeriyet şimendiferinin son istasyona doğru son hızla gittiği şu âhirzamanın en dehşetli iç ve dış fırtınalarına rağmen, bizler yine de istikametli hizmetimizden sapmayız, ayrılmayız, ayrılmamaya ahd û peymân etmişiz.

Allah yâr ve yardımcımız olsun.

Allah, bu zamanda bizleri fanilere bağlanmaktan ve o fanileri parlatmaya çalışan sönük şahsiyetlerden uzak tutup muhafaza eylesin.

@salihoglulatif’ten
Ye’se, ümitsizliğe düşmemek şartıyla, çekilen acılar iyi, hasret güzel, gözyaşları cilâ gibidir.
Demir, evvelâ kızgın ateşte yumuşar; ondan sonra san’atlı hale gelir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*