Şahs-ı mânevînin gücü

Image
“Bir buz parçası olan enâniyetinizi biz havuzuna atıp eritin”, “Zaman cemaat zamanı, bir fert dâhî de olsa tek başına bir şey yapamaz” meâlinde dersler verir Hz. Bediüzzaman.

Bu dersleri kaç kere okumuş, dinlemişizdir. Hatta dinlerken ya da okurken öyle alışmışızdır ki; meselenin özünden uzaklaştığımızın bile farkına varmıyoruzdur. Risâle-i Nurları okumak, anlatmak, derslere gitmek, ders dinlemek, seminer dinlemek, gazete-dergi okumak… hayatımızın bir parçası.

Bu fiiller zaman içinde rutin yaptığımız amellere dönüşüyor. Eskiden dinlediğimizde sarsıldığımız ifadeler, normal gelmeye başlıyor. Yıllarını, bu hizmet yolunda koşarak değerlendiren kişilerde ünsiyet olabiliyor. “Bir buz parçası olan enaniyetinizi biz havuzuna atıp eritin!” sözü kulaktan öteye geçmeyen, amellere aksetmeyen, kalpte makes bulmayan bir söz olarak satırlarda kalabiliyor. Büyük bir imtihandayız. “Biz havuzunu elde ettik, biz bir bütünüz, bir şahs-ı mânevînin azalarıyız..” gibi ifadeler lâftan öteye geçmeyen hamasi nutuklara dönüşüyor zamanla. Neden? Çünkü o havuza BEN buzunu atarsan SEN yok, BİZ var. Sen yoksun, kardeşin var. BEN: “Havuza atlayacağım, ama orada da buzdağı gibi duracağım” diyor ve duruyor. Erimemekte direniyor, firavunluğu bırakmıyor. Değil erimek, kendisini ucundan kıyısından yontturmuyor bile; şahs-ı manevînin safiyetine halel geliyor. Bu duruma kısaca “ihlâsı kaybetmek” deniyor her halde. İHLÂS! Kaygan zeminde, bıçak sırtında yürümek gibi..

Bu durumdaysak eğer; bizi kurtaran ve kurtaracak olan yine şahs-ı manevinin gücü.

Ramazan Bayramından sonra, yıllık ders programımızı yapmak üzere arkadaşlarla toplandık. Hepimiz evden, konularımızı kendimizce hazırlanarak gelmiştik. Dört aylık programı, birinci ve ikinci ders olarak planladık. Dersler, program dahilinde uygulanmaya başlandı. Günlerden 11 Kasım 2009, Çarşamba idi. O gün ikinci derste “Risâle-i Nur ve hariç memleketler” bölümünden, Muhammet Sabir’in mektubunu arkadaşımız çok tesirli bir üslûpla okudu. Ertesi gün gazetede ölüm haberini okuyunca hayretler içinde kaldım. Muhammet Sabir’in hayatta olduğunu bile bilmiyorduk. Kendisi hakkında -mektupları dışında- hiçbir bilgimiz yoktu. Cenâb-ı Hak bize lâtif bir tevafuk yaşatmıştı. Bu tevafukun bir kaç ciheti var tabiî…

Birincisi; Şahs-ı manevinin gücü. “Yalnız Allah rızası için bir araya geldiğinizde, yaptığınızdan haberim var. Doğru yoldasınız, siz ihlâslı olduğunuz sürece inayet altındasınız, cüz-i iradenizi küllî irademe teslim ettiğinizde böyle lâtif tevafuklar yaşatırım” dedi Rabbim..

İkincisi; Muhammet Sabir hâlâ Üstadımıza ve Risâle-i Nur’a bağlı biriydi ki, Cenâb-ı Hak onu ölüm döşeğindeyken, belki de dünyanın bir çok yerinde mektubu vasıtasıyla konuşturdu. Allah rahmet eylesin. Amin.

Ne kadar hatalı olursak olalım, dönüp dolaşıp sığınacağımız yer şahs-ı manevinin şefkatli sinesi. Şefkatli bir anne sinesi gibi sımsıkı saran, kendini hissettiren sımsıcak bir sine. Rabbim hatalarımızı hasenatlara tebdil eylesin. Cemaatimizin ve şahs-ı manevinin sırlı, esrarlı, şefkatli sinesinden bizi ayırmasın İnşallah. Amin.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*