Said Nursî ve askerî vesayet

DÜN sabah dostum Yunus Nadi Lim’den gelen bir telefonla uyandım. Yunus, Said Nursî’nin vefatının 50. yılında olduğumuzu hatırlattı bana. Said Nursî’ye dair yazmamı arzu ediyordu…

Sonrasında Said Nursî’ye dair okumalarımı akla getirdim biraz. En başta Şerif Mardin’in Nursî’ye dair kitabıyla başlamıştım.

Sonra doğrudan Risale-iNur külliyatının bir bölümünü okumaya, Said Nursî’nin manevi ve zihinsel evrenini anlamaya gayret etmiştim… Nursî’nin bizzat kendisi ”Risale-iNur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır” diyordu ama bu metnin okuduğum bölümlerinde beni en çok etkileyen şey Nursî’ye yaşatılan o korkunç hapis, sürgün, işkence ve tecrit hayatının ortasında yaşadığı manevi buhranları ifade ettiği pasajlardı… Devasa ıstıraplar, okurken bile insanın tahammül etmekte zorlandığı acılar ve hafakanlar arasında ortaya çıkmış bir metindi Risale-i Nur Külliyatı… Yine zulüm ve hapis altında metinlerini üretebilmiş italyan Marksist Antonio Gramsci’ye çok benziyordu bu bakımdan. Müslüman ya da Marksist olmasanız da bu iki adama sonsuz bir saygı duymak zorunda kalıyordunuz bu metinleri okurken. Bambaşka dünyaların, bambaşka kaygıların insanları olan bu iki fikir adamı tarafından güç şartlar altında yazılabilmiş bu metinler çok güçlü, sahici ve etkileyiciydi çünkü…

Said Nursî’nin hayatı başlı başına çok etkileyici aslında. Bir sinema filmi için bundan daha elverişli bir hayat hikâyesi olamaz herhalde, iyi bir yönetmenin elinde unutulmayacak bir film olabilecek bir gelişim çizgisi var Nursî’nin hayatının.

1877’de Bitlis’in Nurs köyünde yoksul bir Kürt ailenin oğlu olarak dünyaya geliyor Said Nursî… 1886’da eğitimine başlıyor, 1892’de, daha 15 yaşında, namı tüm bölgeye yayılan, dönemin ulemasına meydan okuyan bir genç adam oluyor, İslam dünyasının yaşadığı büyük problemlerin ilk farkına vardığı yıl da aynı yıl. 1895-1907 arası İslami ilimlerle modern bilimlerin beraber öğretildiği “Medresetü’z-Zehra” hayali üzerinde çalıştığı yıllar. 1907’de İstanbul’a geliyor Abdülhamid’e doğu vilayetlerinin kalkındırılması için tekliflerini sunuyor. 23 Temmuz 1908 meşrutiyet devrimini tamamen destekliyor. Özgürlük ve meşrutiyetin İslam şeriatına uygunluğunu vurgulayan konuşmalar yapıyor. Nisan 1909’da 31 Mart olayı bahanesiyle tutuklanıyor, hemen akabinde serbest kalıyor. 1910’da doğu vilayetlerini geziyor, aşiretlere meşrutiyetin yararları konusunda konuşmalar yapıyor. Ayrıca eğitim reformu bağlamındaki fikirlerini de ifade ediyor. Sonra güneye inerek Arap vilayetlerinin ahalisine de aynı bağlamda sesleniyor. Nurcu hareketler içinde hâlâ çok okunan bir eser olan meşrutiyet ve özgürlük yandaşı Şam Hutbesi’ni 1911 baharında veriyor. 1912-13’te nihayet gerekli finansmanı bularak hayali olan Medresetü’z-Zehra’nın temellerini atabiliyor ama inşaat tamamlanamıyor… 1914-16’da savaşın patlaması üzerine alay komutanı oluyor Said Nursî. Doğu vilayetlerinde bir milis gücü topluyor. Talebeleri bu gücün temelini teşkil ediyor. Bu savaş sırasında bir yandan Kur’an tefsiri İşaratü’l-i’caz’ı yazıyor Nursî. 1916-18 arası Rus kuvvetleri tarafından esir alınıyor. Volga kenarındaki Kosturma hapishanesinde esaret altında yaşıyor. 1918 baharında bir yolunu bulup kaçıyor ve İstanbul’a dönüyor. 1918-22 arası istanbul’da yaşıyor. Milli Mücadele’yi destekliyor. Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade tarafından Kuva-yı Milliye’yi kınayan fetvanın aleyhine bir fetva yayınlıyor.

1922-23’ten itibaren literatürde “Yeni Said” olarak anılan dönemi başlıyor Nursî’nin. Daha münzevi, sosyal ve siyasi hadiselerden uzak bir Nursî var artık. Biraz da zorunlu olarak bu böyle… 9 Kasım 1922’de Ankara’ya Meclis’e gelişinde resmî karşılama töreniyle düzenleniyor Nursî için ama sonradan anlaşılıyor ki Kemalistlerin Türkiye tasavvurunda Nursî’ye yer yok…

1923’ten itibaren biteviye bir sürgün, hapis ve tecrit hayatı başlıyor Nursî için ta ki 1950’ye kadar… Van, Burdur, İsparta, Barla… Şubat 1926’dan itibaren, o tarihte tüm din eğitimi vasıtalarından koparılmış insanların dinî ihtiyaçlarına cevap verecek risaleler yazmaya başlıyor Nursî… Risale-i Nur Külliyatı oluşmaya başlıyor. Bu risaleler bölgede hızla yayılıyor. Nisan 1935 Eskişehir hapsi, Mart 1936 Kastamonu sürgünü, Ekim 1943 Denizli hapsi. Ocak 1948 Afyon hapsi, Emirdağ günleri…

Ancak 14 Mayıs 1950’den sonra birazcık rahata kavuşur Said Nursî. Nur hareketi hızla büyür bu yıllarda, ülkenin birçok yerinde Nur dershaneleri açılır. Bu arada Şubat 1951’de Vatikan’dan teşekkür mektubu alır Zülfikar Risalesi nedeniyle. Nisan 1953’te Rum Ortodoks Kilisesi Patriğini ziyaret eder. Dinlerarası diyaloga ve dünya barışına çok önem veren bir İslami anlayışı vardır Nursî’nin çünkü.

Ve 23 Mart i96o’da, bundan 50 yıl önce Urfa’da vefat eder. Halil İbrahim Dergâhı’na bir türbeye defnedilir mezarı. 12 Temmuz 1960’da ise 27 Mayıs cuntasının emriyle Nursî’nin türbesine girilir, naaşı oradan alınır ve uçakla hâlâ bilinmeyen bir yere nakledilir, belki de yok edilir…

Nursî’yi seven milyonlarca Türkiye yurttaşına bir mezar ziyareti bile çok görülmüştür bu alçak cunta tarafından. Said Nursî’nin hâlâ mezarı yok. Fakat vefatının 50. yılında Nursî yolunu takip eden milyonlar hâlâ var. Ve bu milyonlarca insanımız hâlâ askerî vesayet zihniyeti tarafından mezarsız bırakılmak isteniyor…

Rasim Ozan Kütahyalı Taraf, 24.3.2010

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*