Said Nursî’nin gözüyle Ayasofya

Başta Peygamberler, sonra derecelerine göre Allah’ın velî kulları, bu dünyada diledikleri gibi ve gönüllerince değil; tamamen sevk-i İlâhî ile hayatlarını sürdürmüşler, vazifelerini tamamlamışlar ve hüsn-ü hatime ile dünyaya veda etmişlerdir.

Büyük Üstad Said Nursî’nin de böyle bir hayat sürüp, sonra dünyaya veda ettiğine; hem hayatı, hem eserleri ve hem de dünya-âlem şahittir.

Âlemlerin Rabbi tarafından onun omuzuna yüklenen ulvî vazifenin; onun doğumundan vefatına, vefatından bugüne ve bugünden kıyamete kadar devam eden ve edecek olan bir boyutu olduğu, zaman içinde daha da anlaşılır hâle gelmiştir.

Bu ulvî vazifenin İslâmî ve insanî izdüşümünde Ayasofya’nın göz kamaştıran silüeti her zaman ve her vesileyle nazarları meşgul etmiş ve dâvâ ehillerin dikkatini çekmiştir.

Uzman tarihçilerin, Ayasofya tarihçesini anlatımlarında da, Ahirzaman Peygamberinin (asm) haber verdiği hadiselerin, müjdelerin veya tehlikelerin işaret taşları direkt veya endirekt ehline görünmeye devam ediyor.

Yani Ayasofya; Doğu ve Batı’yı mânen birleştiren kudsî vaziyeti ve aslî hüviyetiyle, İsevî-Mehdi buluşmasını ne derece nazara veriyorsa, Peygamberler ve din büyükleri silsilesini ne derece hatırlatıyorsa; aslî vaziyetinden uzaklaştırılıp puthaneye dönüştürülmüş vaziyeti de, Ahirzaman’ın dehşetli şahıslarının icraatlerine şahitlik ediyor.

Efendimiz’in (asm) İstanbul’un fethi müjdesinde, kahraman bir milletin kumandan ve askerlerinin maddî fetihten hisseleri ve kılınç hakları hangi nisbette ise, Akşemseddin’in ve Ayasofya’nın da manevî fetihteki hisseleri onlardan geri kalmaz.

Ve Resulullah’ın (asm) manevî varisi olan büyük Müceddid’in, gönüller fatihi o büyük Üstâd’ın manevî fetihlerdeki hizmetleri de kıyamete kadar devam eder ve edecektir.

Odur ki; “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor..” teşhisini koyarak, Kur’ân’a ve Sünnete dayanan eserleriyle bütün ömrünü insanlığın manen kurtuluşu uğruna sarfetti.

Odur ki; Ayasofya’yı daima fethin ve fetihlerin sembolü olarak gördü, hayatında ve eserlerinde o mabede olan alâkasını her vesileyle gösterdi.

Odur ki; “Ayasofya Hıristiyanlığın İslâmiyet’e devir ve tesliminin bir abidesidir” diyerek, bu kudsî mabede biçtiği misyon ile aslında kendi vazife ve misyonunu da izhar etmiş oldu.

Odur ki; ilgili makamlara verdiği 29.8.1948 tarihli dilekçesinde şöyle diyordu:

“Kahraman bir milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camii’ni puthaneye ve Meşîhat Dairesi’ni kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olmasına imkân var mıdır?” 1

Odur ki, şöyle diyordu: “Mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” 2

Odur ki, Demokratlara şöyle ders veriyordu: “Nasıl Ezan-ı Muhammedi’nin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.” 3

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 415.

2- Mektubat, s. 57.

3- Emirdağ Lâhikası-II, s. 504.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*