Saraybosna’da, ‘Selâmün Aleyküm’ demek kimlik kartı göstermek gibi!

Her hafta sonu farklı bir iklimden, farklı bir faaliyetten sesleniyoruz sizlere. ‘Faaliyette hayat var, lezzet var.’ hakikatini mahza yaşıyoruz. Hayatımızı vermeyi vadettiğimiz dâvâmız, bize hayat veriyor. Bu tabloya ne kadar şükretsek azdır.

Gittiğimiz her yerde de şevk dolu, heyecan dolu manzaralar bizi karşılıyor.

Bu satırları da, Risâle-i Nur Enstitüsü ile Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin dâvetlisi olarak katıldığımız kongreden yazıyoruz. 50’yi aşkın bilim adamı topluluğu, beş farklı masada ‘Kur’ân Medeniyeti’ni ele aldı. Birbirinden çok farklı fikirlerde insanlar, araştırmacılar, akademisyenler, gazeteciler, ektelektüel birikimler Kur’ân medeniyeti üzerinde kafa yordu. Doğrusu bu kafa yormaya bu asrın insanının çok ihtiyacı var. Buna kafa yormayanlar, bu kafanın saçını başını yoluyorlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Balkanlar gezisinin 100. Yılı vesilesiyle düzenlenen program, Kur’ân medeniyeti ile Batı medeniyetinin adeta durum değerlendirmesini içeriyor.

Şahsım itibariyle bendeniz de, ‘Vahşet Medeniyeti, Maskesi Modernizm ve Şefkat Medeniyeti’ isimli bir tebliğle katıldım. Yine eşim Yasemin Yaşar’ın da ‘Medeniyetlerin Tahrip Edicisi ve Bekçisi Olarak Kadın’ isimli tebliğini götürdüm.

Bu masa çalışmalarımızdaki meyveleri önümüzdeki günlerde paylaşacağız.

Özellikle de dünyanın geldiği günümüz noktasında, ‘Kur’ân Medeniyeti’ konusu adeta ilâç gibi geldi denilebilir. Tabiî bu ilâca, özellikle bu çağın çok ihtiyacı var. Bu kongrenin meyvesi olacak çabalar, sadece bir araştırma ve inceleme olarak kalmayacak. Krizlerle bitme sinyallerini çoktan vermekte olan Batı medeniyeti, artık yerini ‘Yeni bir medeniyete’ bırakacak. Sanki Batı için de, ‘eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal.’ zamanı gibi. Yani dinsiz yaşanamayacağı anlaşıldı, ya dine dayanacaksın ya da dine dayanacaksın.

Bu, sloganik bir yorumun ötesinde, artık kaçınılmaz bir sonuç gibi gözüküyor. Ya da tabiî beşer, attığı adımlarla bütün bütün yoldan çıkarak, erken bir kıyameti başına koparmazsa.

Bu asrı çok iyi tahlil eden Bediüzzaman, eserlerinde Avrupa medeniyeti ile Kur’ân medeniyetinin mukayesesini yapmış, Medeniyet-i Hazıra’nın, gerek ahlâkî ve gerekse tüketim çılgınlığı noktasında ‘hazcı’ bir sonuca gelmiş olması ile ve hitabettiği insanların yüzde seksenini mutsuz etmesi ile aslında tam bir bitmişlik manzarası içerisinde olduğuna dikkatleri çekmiştir. Elbette, aklını kullanacak Batı dünyası, hakikat arayışını sürdürmek durumundadır.

Dünya, nurunu arıyor.

Kur’ân’ın bu asırdaki tefsiri olan Risâle-i Nur’lar, Kur’ân’ın hakikatlerini asrın fehmine takdim etmektedir. Dünyevîleşme ile hastalanmış olan asır, Kur’ân’ın akla ve mantığa uygun hakikatlerinin nurlarla takdimine duyarsız kalmayacaktır.

Başlangıçta Batı Üniversiteleri sonrasında da Şark’ın bilim dünyası bu hakikatlere kapılarını açmak ve hatta bu güne kadar ki geç kalmışlığı ile bu nurlardan özür dilemek durumunda kalacaktır.

Duyarsız geçen zaman, insanlık adına kan kaybından başka bir şey değildir.
Bu satırlar, dilini bilmediğimiz, ama önceliklerini gördüğümüz Bosna insanlarının heyecanı içerisinde yazıldı.

Bosnalılar ile Sırpların savaş izleri hâlâ evlerin yüzlerinde dünyaya kendini gösteriyor. Vahşet manzarası hâlâ sokaklarda sergide. Diğer yandan Bosna’da Osmanlı’nın yadigârı olan eserlerden camiler, köprüler, bedestenler dipdiri yaşıyor.

Bosna’da, şehitlerin mezarlıkları, bir kahramanlık destanı olarak arasına katılanlara çok şeyler söylüyor. Özellikle Bosnalıların merhum kahraman lideri Aliya İzzetbegoviç, yaşarken ki ruh halini mezarında da taşımış. Mütevazı mezarı, şehitlerin arasında bir komutan edasıyla hâlâ ruhuyla dimdik ayakta durmaktadır.

Şehitler mezarlığında, şehitlerin mezar taşları ile yan yana durup fotoğraflar çektirenler, o şehitlerin gücüne sığınır gibiydi.

Tabiî en güzeli de, o şehitlerin manevî tasarrufları altında Kur’ân medeniyetinin konuşuluyor olmasıydı. Yani işte bu kahramanlar topluluğu, dün nasıl Kur’ân için, mukaddesat için, namus için Sırplarla çarpışmışlarsa, bu gün de, yarın da Kur’ân’ın hakikatlerini dünyaya duyurmak için çarpışacaklardır.

Elbette bir şeyin kazanılması için ne kadar şehitler verilmişse, o şeyin korunması için de, bir o kadar hayatlar rahatlıkla verilebilecektir.

Ne mutlu ki, uğrunda hayatlar verilecek bir ‘anlam’ varlığımız var. İşte zaten o ki, hayatı yaşanmaya değer kılıyor.

Saray Bosna’da şehir gezisinde en çok dikkatimi çeken şey, ‘selamün aleyküm’ oldu. Kime böyle bir kelâmla selâm versen, hemen gülümsüyor ve ‘aleyküm selâm’ diyor. Müslümanlık öyle güçlü bir bağ ki! Aslında İslâm dünyasındaki pek çok problem, bu kavramın hayata katılamamasından kaynaklanıyor.

Ama bir cümle zihnimde özellikle gezindi ki, yüreğimizi sızlattı. Bosnalılar, Osmanlı torunlarına günümüzde bir şey diyorlarmış. O da, ‘Daha önce bir geldiniz, bize kendinizi ısındırdınız, sonra bırakıp gittiniz. Şimdilerde sizi yeniden aramızda görüyoruz. Lütfen yine çekip gitmeyin.’ Bu sözde çok şeyler var. Aslında herşey, Müslüman kimliğinde gizli.

O kimlik ki, Şark’ta da Garp’ta da, özlemle beklenen bir hayat modelidir.
Müslümanlığı hakikî anlamda hayatımızda yaşayabilmek duâsıyla.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*