Şeâir, şahsî farzlardan daha önemli

Lûgatlere göre “şeâir–i İslâmiye”, İslâmın belirtileri, adetleri, âdâbları, işaretleri, alâmetleri, simgeleri, sembolleri gibi mânâları ihtiva ediyor.

Buna göre, çoğu Risâle–i Nur’da da bâriz şekilde ifade edildiği üzere, “ezan, cami, sarık, namaz, oruç (Ramazan–ı Şerifteki savm), zekât, hac, Bismillah, hutbe…” gibi bilhassa sosyal hayatta tezahürleri görülen adet ve ibadetler, aynı zamanda birer şeâir–i İslâmiyedir.

 

Yine Risâle–i Nur’da ifade edildiği üzere, “Sünnet–i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir.”

Zirâ “Şeâir, âdeta hukuk–u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur.”

Bu meselenin can alıcı bir diğer noktası, şu iki cümleyle ifade ediliyor: “Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.” (Lem’âlar, s. 58)

Hakikatte, Habibullah’ın (asm) “âdâb” tâbir edilen sünnetlerinden hangi birine ittiba edilirse, o noktadaki âdetlerin tamamı ibadete çevrilir, ibadet hükmüne geçer.

Bir kısmı farz olan “şeâir–i İslâmiye” ise, bütün cemiyeti alâkadar ve hukuk–u umumiye hükmüne geçtiği için, Müslümanlar için çok daha büyük bir ehemmiyet taşıyor.

İşte, bu şeâirlerden biri—geçen hafta da temas ettiğimiz gibi—Resûl–i Ekrem’e (asm) mahsus en bâriz bir işaret ve alâmet olan “sarık”tır.

Bu mühim meseleye, Üstad Bediüzzaman şu ifadelerle izahat getiriyor: “İncil’de zikredilen Sahibü’t–Tâc’ unvanı, Resul–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur. Tac, ‘amâme’, yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm–i Araptır. İncil’de Sahibü’t–Tâc, kat’î olarak Resul–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir.” (Mektubat, s. 171)

Kralların, padişahların tâcı ayrı, Habibullah’ın tâcı ayrıdır. O Habibullah’a tabi ve ümmet olacak hemen herkesin bir şekilde başında taşıyabileceği bu tâcın “sarık” olduğuna şüphe yoktur.

Geriye kalıyor, bu tâcın uygulanması, tatbik sahasına konulması meselesi.

Sarığın dışarıda herkes tarafından giyilmesine dair ilk yasak, Sultan II. Mahmud’un fermânıyla konuldu. (3 Mart 1829)

Bu tarihten yaklaşık bir asır sonra ise, sarığın yanı sıra, fes, takke, külâh, kalpak gibi hemen bütün “başlık kıyafetler” yasaklandı ve özellikle memurlara şapka giyme mecburiyeti getirildi.

Uygulamada ise, konulan kànunlar da çiğnenerek, hususî ibadetlerde bile müdahale edildi ve sarık takan vatandaşlara çok ağır cezalar verildi.

Neticede, hemen herkes başındaki sarığı çıkardı, onun yerine şapka giymeye mecbur edildi.

İşte tam da bu hengâmede, istisnaî bir şahsiyet olarak karşımıza Bediüzzaman Said Nursî çıkıyor.

O, Kur’ân hurufatını, Muhammedî ezan ve kameti terk etmediği gibi, başındaki sarığı da hiç çıkarmadı.

Başındaki sarığı çıkarmaya onu zorlayanlara ise, boynunu gösterdi ve kat’î bir kararlılıkla “Bu sarık, bu başla beraber çıkar” cevabını verdi.

Bu vakur duruşunu, hayatının sonuna kadar sürdürdü.

Öyle ki, karakol, valilik gibi resmî makamlara çağrıldığında, yahut mahkemelere sevk edildiğinde, hatta mahkeme huzurunda dahi sarığını başından çıkarmadı.

Evet, bu durum bir istisnadır ve bu zamanda ikinci bir örneğine de rastlanılmış değildir.

Üstad Bediüzzaman, böylesi bir kararlılıkla, aslında “şeair–i İslâmiye”nin büsbütün terkine, yahut kesintiye uğramasına mâni olarak, bir bakıma bütün bir cemiyeti, yani bu vatandaki ümmeti vebâlden kurtarmıştır.

Zira, yukarıda da ifade edildiği gibi, bir şeâirin terkiyle umum cemaat mes’ul duruma düşer.

İşte, Üstad Bediüzzaman, âdeta kelle koltukta hem mühim bir şeâiri tatbik, hem “Sahibu’t–Tâc”ın (asm) sünnetini idame ettirme yolunda hayatını ortaya koymuş, bu azim ve kararlılık içinde de ömrünü tamamlamıştır.

Onun talebelerine gelince…

Üstad Bediüzzaman’ın vefatından sonra, sarık sünneti, Nur Talebeleri için de hayatın ve bilhassa ibadetin ayrılmaz bir parçası, vazgeçilmez bir âdeti olmuştur, olmaya devam etmektedir. Nur dershanelerinin hemen tamamında sarık da var, cübbe de. Namazı kıldıran, bunları giyiniyor….

Habibullah’ın bu âzâm sünnetini nefsimizde tatbik ederken, hanemizde bulunan diğer efradın üzerindeki müsbet tesirini de unutmamalı.

Sarık ve cübbe ile kılınan namazlar, mâsum çocukların duyguları üzerinde harikulâde güzellikte bir tesir icra eder.

Anamız, bacımız, yahut eşimiz, sarığı yıkayıp astığında, her defasında Resûlullah’ı hatırlayacak ve bu sünnetin ihyasından dolayı o da hisseyâb olarak, içinde apayrı bir huşu ve huzuru duyacaktır.

Konuyu yine aziz Üstad’tan bir vecize ve onun talebesi Zübeyir Gündüzalp’in Konferansından bir iktibas ile tamamlayalım.

“Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet–i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet–i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola.” (Mektubat, s. 171)

“Bu asra öyle bir Kur’ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, …Sünnet–i Seniyyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhâlif olarak yapılan şeyleri fark ettirip sünnet–i Peygamberîye (asm) ittibâı ders versin ve ihyâ etmek cehdini uyandırsın.

“İşte, Risâle–i Nur’un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur’ân tefsiri olduğu, ehl–i hakikatin tasdikiyle sabittir.” (Konferans)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*