Şeair-i İslâmiye

İnsanların ahlak, estetik ve varlık anlayışlarının, herhangi bir felsefeden, dinden ya da ideolojiden bağımsız değerlendirilmesi pek zordur. Her felsefenin kendine ait bir ahlâk anlayışının olması ne kadar normal ise, bu felsefeye göre şekillenmiş bir estetik anlayışının da olması o kadar normaldir. Benzer durum dinin toplumsal hayattaki etkilerinde de görülebilecektir.

 

Her dinin kendine mahsus ahlâk, estetik, varlık anlayışı vardır ve kendi temel düşünce yapısına göre de sosyo-kültürel hayatta izlerini belli etmektedir. Bu yüzden bazı semboller, kaideler, değer ve kavramlar dinlerde veya felsefelerde önem taşımaktadır. Yahudilikte iki üçgenin iç içe geçmesiyle oluşan Hz. Süleyman mührü, Hıristiyanlıkta Haça gerilmiş İsa motifi, İslâmiyet’te Tevhid inancını çağrıştıran Hilal, dinlerde de bazı sembollerin o dinin özüyle alakadar olduğunu göstermektedir.

Söz konusu durum İslâm dini için düşünüldüğü takdirde bazı İslâmi kaidelerin (ibadetler), mimari yapıların (cami, medrese, ibadethane), eğitim kurumlarının, giyim tarzının (tesettür) ve tüketim alışkanlıklarının İslâm dinini çağrıştırıcı bir etkisinin olduğu da gözden kaçmamaktadır. Sözgelimi dünyanın hangi coğrafyasına gidilirse gidilsin orada görülecek olan bir cami, doğrudan Müslüman varlığını, dolayısıyla da ıslâmiyet’i çağrıştıracaktır. Aynı şekilde ıslâmi usule göre örtünmüş bir bayan, bu giyim tarzıyla en azından ilk bakışta Müslüman imajını taşıyor görünecektir. Toplumsal hayatta İslâm dininin varlığını hissettiren, dini yükümlülükleri ihtar eden bu ritüellere şeair-i İslâmiye adı verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “Şeair’illah” yani Allah’ın şeairleri1 (Allah’ın nişanları, alametleri) şeklinde geçen şeair, lügatte “alamet, nişan, eser, parola, sembol, alamet-i farika, işaret, iz” mânâsına gelen şiar kelimesinin çoğuludur.2

Kur’ân-ı Kerim’de “Şeair”

Bakara Sûresinde Safa ve Merve tepelerinin “Allah’ın şeairleri” olduğu şeklinde bir hüküm vardır. Bu iki tepenin Allah’ın şeairleri (alamet ve nişanı) şeklinde tavsif edilmesinin, yani âyetin nüzulünün sebebi müşriklerin Safa ve Merve tepelerindeki putlarını tavaf etme geleneklerinden ötürü Müslümanların bu mübarek mevkilerde yapılan sa’y ibadetinden kaçınmalarıydı. Âyetin nüzulüyle beraber Müslümanlar Safa ve Merve tepelerinde sa’y etmeye başlamışlar ve bu ibadet bundan sonra Hac ibadetinin unsurlarından birisi olmuştur.3 Bu ayetin nazil olmasıyla birlikte önceleri cahiliye geleneklerinin sergilendiği bu tepeler, bundan sonra Müslümanlar için “Allah’ı hatırlatan” alametler olarak değer kazanmıştır. Allah’ın alameti olarak tavsif edilen bu mekânlar bundan sonra İslâm dinine ait ibadetlerin yerine getirildiği bir nitelik kazanmışlardır. Safa ve Merve tepelerinin doğrudan Allah’ın alameti olarak tavsif edilmesi, bu mekanların Tevhid’i ihtar etmesi ve sa’y ibadetinin yerine getirildiği mekanlar olmasından ötürü şeairin Tevhid inancını ihtar edici fonksiyonunun yanında, toplumsal hayatta mü’minlerin ortak özelliklerinin belirlenmesi ve inananların aynı anda ibadet etmesi gibi somut bir görünümü de vardır. Bu yüzden şeairin yalnızca Allah’a imanı hatırlatan işleve sahip olmayıp, başlı başına bir ibadet olmasından ötürü tüm Müslümanları ilgilendirdiği de görülmektedir. Meselâ Bediüzzaman’ın şeair-i İslâm’ın en azamlarından olarak nitelediği oruç (Mektubat, s.387), başlı başına bir ibadet olduğu gibi Ramazan ayında toplumsal şuurda iman, ıslâm gibi hakikatleri canlı tutmakta ve “İslâm” dininin varlığını somut pratiklerle hissettirmektedir. Bir başka anlatımla şeairlerden birisi olan oruç ibadetinin yerine getirilmesi toplumsal hafızada “Tevhid” hakikatini canlı tutmaktadır. Benzer durum hac ibadeti için de söz konusudur. Hac mevsiminde dünyanın hemen hemen her yerinden gelen Müslümanların cemaatlerle namaz kılması, Kâbe’yi tavaf etmesi, duâlarda bulunması ve mübarek kelimelerle Allah’a yönelmesi öncelikle “Tevhid” hakikatini hatırlatmakta, aynı şekilde Müslümanların ortak şuurla hareketini sağladığı için İslâmiyet’in ve Müslümanların alamet-i farikası olmaktadır. Şeairlere geniş çerçeveden bakıldığı zaman “Müslümanlar Ramazan ayında Allah için oruç tutarlar, hac mevsiminde tanışıp kaynaşarak Kabe’yi tavaf ederler, günde beş vakit ezan okurlar ve namaz kılarlar, Ramazan ayında zekat verirler” gibi toplumsal kimlik ifade eden olgulara da imkân sağlar. Bir diğer söyleyişle şeairler genel olarak İslâm dininin yapısını, özel olarak da bir Müslüman’ın sorumluluklarını ve yaşam biçimini göz önüne sererler.

Risâle-i Nur’da “Şeair-i İslâmiye”

Şeair sözcüğü Risâle-i Nur’da “şeair-i İslâm” şeklinde özel bir kullanım ile terim haline gelmiştir. Risâle-i Nur’da “şeair-i İslâm” teriminin kullanıldığı bölümlere bakıldığı zaman doğrudan toplumsal hayatta ıslâmiyet’i hatırlatan unsurların kastedildiği (Lem’âlar, s.105) görülmektedir. Buna göre şeairler doğrudan doğruya İslâmiyet’in ve bu dinin hükümlerinin toplumsal hayattaki sembolleridir.

Lemeat adlı eserde toplum hayatı içerisinde nelerin şeair-i İslâmiyeyi oluşturduğu ve şeair-i ıslâm’ın sosyo-kültürel hayatta ne gibi işleve sahip olduğu hususunda önemli tespitler yer almaktadır. Bediüzzaman bu eserinde şeair-i İslâmın toplumsal hayattaki işlevlerini belirtirken, öncelikle şeairlerin ihtar edici, hatırlatıcı ve öğretici niteliklerinden bahsetmektedir. Bu bölümlere bakıldığı zaman ezan, kamet, tesettür, Kur’ân tilaveti, hafızlık geleneği, cemaatle kılınan namazlar, özellikle hac, Cuma ve Bayram namazları gibi ibadetlerin ve İslâm kültür ve medeniyetinin mahsulü olan minarelerin, camilerin, medreselerin, ulemanın ve eğitim kurumlarının insanlara İslâm dininin hükümlerini ihtar edici ve dolayısıyla “Tevhid” inancını insanoğluna ders verici bir niteliğe sahip olduğunu dile getirmektedir. (Sözler, s. 670-671) Bu tanımlamalara göre şeair adı altında zikredilen İslâmî ritüellerin toplumsal hayatın içinde yer alan ve bütün insanlığa İslâm’ı hatırlatan niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Meselâ nafile bir ibadet yalnızca kul ile Allah arasında olduğundan ötürü diğer insanlara ihtar edici bir fonksiyonu olmadığı için şeairden sayılmayacaktır. Fakat günde beş vakit okunan ezan yeryüzünde “Allah’ın birlik ve beraberliğini ve Hz. Peygamber’in risâletini” ilân ettiği için şeaire dahil olacaktır.4

Bediüzzaman’ın 1921 yılında Meclis-i Mebusan’a (Büyük Millet Meclisi) hitaben yazmış olduğu hutbede şeair-i İslâmın Türkiye ve İslâm alemi arasındaki sosyal, siyasî ve kültürel ilişkiler açısından taşıdığı öneme dikkat çekilmiştir. Bediüzzaman bu konuşmasında Kurtuluş Savaşı sonrası İslâm aleminin Türkiye’nin zaferinden memnun olduğu hususuna dikkat çeker ve milletvekillerini kazanmış oldukları zafere karşılık öncelikle şeair-i İslâmı ihya ve ardından muhafaza edici bir yapının oluşturulmasının zaruriliği hususunda uyarır. Şeairlere sahip çıkmanın Türkiye’yi İslâm aleminde öncü role yükselteceğini belirten Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin benzer modellerinin İslâm coğrafyasında barınamayacağını, hatta böyle bir projenin Türkiye ile İslâm âlemi arasındaki bağları gevşeteceğini belirtir. Türkiye ve İslâm âlemi arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesinin de ancak Büyük Millet Meclisi öncülüğünde İslâmi şeairlerin ihya edilmesiyle mümkün olacağını belirtir.5 Bediüzzaman uluslararası ilişkilerde de güçlü bir Türkiye için öncelikle dine ehemmiyet verilmesi gerektiğini belirtir. Şeairde gösterilen laubaliliğin Avrupalı devletler nezdinde olumsuz ve güçsüz bir Türkiye imajı bırakacağını ve bunun da Türkiye’yi diğer Avrupalı devletler nezdinde itibarsız ve pasif göstereceğini ifade eder. (Mesnevi-i Nuriye, s. 85-86)6

Toplum hayatı içinde dine ait ritüeller olarak belirlediğimiz şeairlerin Türkiye’de modernleşme-Batılılaşma ya da Batı taklitçiliği hareketlerinden ötürü tahrip edildiği ve sosyo-kültürel ve kamusal hayatın dışına itilmeye çalışıldığı görülmüştür. Türkiye’deki modernleşme projesinin bilim, teknik, sanayi, eğitim gibi alanlardan ziyade toplumsal yapıyı dönüştürmeyi birinci sıraya alması İslâmî şeairlerin devlet tarafından yasaklanmasını netice vermiştir. Bunun başlıca nedeni şeairlerin İslâmiyet’i hatırlatıcı işleve sahip olması ve toplumsal hayatın İslâmî etkilerle dolu olmasıydı. Her ne kadar toplumdaki dinî hassasiyet oldukça azalmış, şeairlere gösterilen özen yitirilmiş olsa da özellikle İstanbul, Bursa, Edirne gibi kentlerdeki mimarî yapı, şehirlerin İslâm şehri olduğunu ortaya koymaktaydı. Bu kültürel yapının ortadan kaldırılabilmesi için de öncelikle İslâmiyet’i hatırlatma özelliği olan ritüellerin, mimarî yapıların mânevî etkisinin azaltılması gerekiyordu. Bu yüzden Cumhuriyet döneminde şeairlere sıkça ilişilmesinin eski geleneği ve kültürü ortadan kaldırmada büyük etkisi olduğu muhakkaktır.

Türkiye’de yaşanan bu pratik Bediüzzaman’ın Lemeat’ta şeair-i İslâmı İslâmiyet’in yer yüzünde devam etmesine neden olan çiviler olarak adlandırmasının ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman insanlara İslâm dininin hükümlerini ders veren şeairlerin (İslâmî şeair, dinî minarat, İlâhi maabid, şer’i maalim…) söndürülmediği sürece yeryüzünde İslâmiyet’in parlayacağını belirtir. (Sözler, Lemeat, s. 670). Bediüzzaman’ın bu tespiti doğrultusunda toplumsal hayatta ve bireysel vicdanda İslâm dininin etkilerinin şeairlerin ihya ve muhafazasıyla devam edebileceği şeklinde bir çıkarımda bulunmak mümkündür. İbadethanelerin kapatılması, medreselerin yasaklanması, şer’i ilimlerin engellenmesi, ulemanın cezai takibata maruz bırakılması, kılık-kıyafet reformu gibi hukuki tasarrufların Cumhuriyet sonrası Türkiye’de dinini yaşayan insanların azalmasında doğrudan etkisinin olduğu ortadadır. Bu yüzden şeairlerin muhafaza edilmesi dini hayat üzerinde doğru orantılı bir etkiye sahip olmaktadır. Şeairlere ne kadar özen gösterilirse, din o kadar parlamakta, şeairler ne kadar ihmal edilirse dinde laubalilik de o oranda artmaktadır.

Risâle-i Nur’da Sünnet-i Seniyye’nin mertebeleri içerisinde en mühim sıraya yerleştirilen şeair-i İslâmiye (Lem’alar, s. 105), aynı zamanda Türk modernleşme anlayışının dini dışlayan ve dinin mevcut yapısını dönüştürmeyi hedef alan tasarruflarında da kilit noktada yer aldığı için yalnızca bireysel vicdana ait nafile bir ibadet olarak tanımlanamaz. Türk modernleşme pratiğinde görüldüğü üzere şeairlerin tahrip edilmesi doğrudan o toplumun dine bakış açısını ve dini yaşam standartlarını etkilemektedir. Bediüzzaman’ın şeairleri “nafile ibadet nevinden dahi olsa şahsi farzlardan daha ehemmiyetli”7 şeklinde sınıflandırması şeairlere yönelik tahribatın veya şeairlerde gösterilen gevşekliğin netice itibariyle bütün toplumun dinde lakaydlığını netice verebilecek durumu doğurabilecek olmasındandır.

Türkiye’de semboller dünyasının İslâmiyet’i hatırlatmasının “yeni modernleşme projesi” ile bağdaştırılamaması yüzünden ibadethanelerden, kılık-kıyafete, eğitim yapısından tüketim alışkanlığına kadar reel hayatın hemen hemen bütün alanlarında İslâmı hatırlatan sembolleri ortadan kaldırma veya bu sembollere gerici-mürteci damgası vurarak psikolojik baskı oluşturma çalışmaları, şeairlerin hangi nedenlerle tahrip edildiğini özetlemektedir.8

Dipnotlar

1. Bakara Suresi, 158. “Muhakkak ki Safa ve Merve Allah’ın alametlerindendir…”

2. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ferit Devellioğlu, Aydın Kitapevi Yayınları, Ankara, 1997

3. Sa’y hac ibadetinin vaciplerindendir. Sa’y Kabe yakınlarında bulunan Safa ve Merve tepeleri arasında usulüne göre Safa’dan başlayarak Merve’ye ve Merve’den Safa’ya yedi kere gidip gelme şeklinde yapılan bir ibadettir. Dört gidiş ve üç gelişten ibarettir.

4. Şeairlerin açıkça ilan edilmesi gerektiği hususunda Bediüzzaman İmam-ı Gazali’nin “bazan izhar, çok defa ihfadan daha ziyade efdal olur” sözüne atıf yaparak şeairlerin diğer insanları gafletten uyandırmak ve onları da ibadete teşvik etmek, aynı zamanda inkarcılara karşı izzet-i diniyeyi göstermek gibi önemli vazifeleri yerine getirdiğini belirtir. (Şualar, s. 270)

5. Bediüzzaman’ın Meclis’e yapmış olduğu bu öneride öncelikle şeairlerin ihya edilmesi gerektiği hususuna atıf yapması dikkat çekicidir. Mevcudu muhafaza yerine “ihya”yı önermesi Bediüzzaman’ın “tecdit”in ehemmiyetine dikkat çektiğini göstermektedir. Nitekim Eski Said döneminde yazmış olduğu “Sünuhat” adlı eserinde şeairlerdeki lakaytlığın ve fetva anarşisinin Meşihat-ı İslamiye’nin sönük kalmasından kaynaklandığını belirtir. Bu yüzden Meclis’e yapmış olduğu önerinin aynı zamanda Meşihat dairesinde köklü bir değişim talebi olduğu ve çağın sorunlarıyla yüzleşebilecek donanımlı ilim adamlarının çalışabileceği bir kurum arzusundan kaynaklandığını söylemek mümkündür.

6. Bugün Avrupa Birliğine girebilmek için büyük çaba harcayan Türkiye, Bediüzzaman’ın İslâm alemine öncülük etme hedefini dinlememenin sıkıntılarını yaşamaktadır. İslâm âlemi ile siyasiî, kültürel ve ekonomik ilişkilerin istenilen düzeyde olmaması Türkiye’nin yüzünü yalnızca Batılı devletlere çevirmesinden kaynaklanmıştır. Uluslar arası ilişkilerde tercih edilen bu Batıcı siyaset, Türkiye’nin iç bünyesinde şeairleri tahrip ederek İslâm’dan uzaklaşma ile birleşince Türkiye-Ömer Laçiner’in deyimiyle-“Ne doğunun ne de batının namusunu yaşayan” yalnız bir ülke olmuştur. Türkiye’nin yaşamış olduğu bu kültürel ve siyasal bunalım Bediüzzaman’ın Birinci Meclis’e yapmış olduğu “şeairleri ihya ve muhafaz” önerisinin ne kadar haklı olduğunu göstermeye yeter.

7. Lem’alar, s. 105

8. Bugün “tesettür” meselesinde de sembol-simge tartışmalarına sıkça rastlanmaktadır. Başörtüsünü kamusal alanda görmek istemeyen zümrelerin ısrarlı bir şekilde başörtüsünü “siyasal” simge şeklinde değerlendirmeleri ilgi çekicidir. Cumhuriyet döneminde simgeler dünyasında İslâm’a ait ne var ise gericiliğin sembolü olarak gösterilmiş ve bu semboller kamusal alandan tasfiye edilmişti. Türkiye’de 28 Şubat döneminden sonra da dini sembollerin siyasî sembol olarak lanse edilmesi ve böylelikle kamusal alandan tasfiye edilmesi devletin dinî sembollere hep yasakçı zihniyetle yaklaştığını hissettirmektedir. Dönemin şartlarına göre de “din”e ait bir sembol, siyasî simge olarak gösterilmeye çalışılarak yasakçılığa meşruiyet arayışlarına rastlanmaktadır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*