Sebeplerin te’sîri olmadığını, kudretin perdeleri ve ilânatçıları olduklarını biliyoruz. Eğer bizler, Allah rızâsından önce esbâbdan netice beklemeye yönelirsek, bunun bizlere bir ceza olarak döneceğine dair bir kıssa ile devam edelim.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yûsuf’un (as) başından geçen ibretli hâdiseler anlatılır. Kısaca böyle bir kıssayı hatırlayacak olursak, sebeplere teşebbüsün ilerisinde sebeplerden icraât ve netice beklemenin hatalı olacağını dahâ net olarak görebiliriz.
Şöyle ki:
Hz. Yûsuf (as) kardeşleri tarafından kuyuya atılır. Sonra kuyudan çıkarılarak Mısır’a götürülür ve köle olarak satılır. Bir iftirâ ile zindâna düşer. Zindânda berâber kaldığı arkadaşlarının (hükümdarın şerbetçisi ve ekmekçisi iki gencin) rü’yâsını tâbîr eder. Şerbetçinin zindândan kurtulacağını, hatta çıktığında görevini tekrar alacağını, ekmekçinin ise idâm edilip asılacağını söyler. Rü’yâ doğru çıkar, gençlerden şerbetçi zindândan kurtulur. Yûsuf (as) şerbetçiye “Sizinle berâber epey yaşadık. Ve benim hâlimi biliyorsunuz. Beni hükümdarın yanında zikret, ma’sûm olduğum halde hapsimin uzadığını anlat”1 der. Şerbetçi genç, sarayın debdebesine kapılır ve şeytan kendisine Hz. Yûsuf’u (as) efendisinin yanında anmayı, onun kurtulması için ricâda bulunmayı unutturur. Bu yüzden de Hz. Yûsuf (as), Allah’tan başkasından yardım istediği için, beş seneden sonra yedi sene dahâ zindânda kalarak Rabbinden gafletinin ve sebeplerden netice beklemenin keffâretini öder. Şerbetçiye “Beni efendinin yanında zikret” isteği onun yedi sene dahâ unutulmasını netice verir. Hz. Yûsuf’un (as) âciz bir insandan yardım talebine, Rabbinden bir anlık gafleti sebep olmuştur. Bu durum “hikmetli bir gaflet”tir. Tâ o zamandan asırlara ve bizlere mükemmel îkazlarla doludur.
Bu durum esbâba güvenmenin ve esbâbdan netice beklemenin zahîr hata olduğunu gösterir. Allah tarafından râzı olunmayan davranışlara bir mihenk ve misâldir. Çünkü bir hikmete binâen Yûsuf (as) Yüce Allah’tan kurtarılmayı değil, insanlardan kurtarılmayı istemiş ve beklemiştir. Bunun neticesi olarak da yedi sene dahâ fazla zindânda kalarak unutulmuştur. Yedi sene sonra ise kral bir rü’yâ görmüş ve o zaman genç şerbetçi Yûsuf’u (as) hatırlamış ve Yûsuf (as) zindândan kurtulmuştur. İşte sebeplere te’sîr vermek ve sebeplerden netice beklemenin neticesinde gelen bir ibret dersini Kur’ân bizlere her hâli hikmetli olan peygamberlerin hayatı ile anlatmaktadır.
Zindânlar ne kadar derin ve karanlık olursa olsun bizlere zarar veremez. Yeter ki bizler Rabbimizin râzı olmayacağı duruşlar yapmayalım. Bizlere bu içtimâî ve siyâsî karanlıklar da zarar veremez. Yeter ki sebeplere te’sîr vermeyelim ve neticeyi sebeplerden beklemeyelim. Çünkü “Allah size yardım ederse kimse size galip gelemez. Eğer O sizi yardımsız bırakacak olsa, O’ndan başka size yardım edecek olan kimdir? Öyleyse mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler“2 emr-i İlâhisi de buna işaret etmektedir.
Sebeplerin bizlere zarar veremeyeceğine yine Kur’ânî kıssalardan Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmâil (as) kıssaları ile devam edelim.
Hâdise-i âlemdeki yaşanan olaylara bir de bu boyuttan ma’nâ-yı harfî ciheti ile bakmaya çalışalım. Çünkü çıkış ve kurtuluş bu Kur’ânî ve tevhidî duruşlardadır.
Ma’lûmunuzdur ki Hz. İbrahim’i (as) Nemrut ateşe atmak için gerekli hazırlıklarını yapar ve Hz. İbrahim’i (as) yakmak ister. Tam da Hz. İbrahim’i (as) ateşe atacağı esnada Yüce Allah (cc) Hz. Cebrail’i Hz. İbrahim’in (as) yanına gönderir ki “Git kulum İbrahim’e söyle, bir isteği var mı?” diye. Cebrail gelir ve bu soruyu Hz. İbrahim’e (as) sorar. Hz. İbrahim (as) ön şartsız îmân ettiği için “Hasbinallahu veni’mel-vekîl”, “Allah bana yeter. O’ndan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de O’dur” 3 cevabını verir. Çünkü o biliyordur ki, Rabbi onu koruyacaktır. Nemrut’un ateşi onu yakmayacaktır. Çünkü hakîkî îmânı, bu şekilde ön şart koşmadan inanmayı zarûrî kılmaktadır. Bu duruşta da âhirzamân asrının inananlarına çok ibretli dersler yüklüdür. Bizler olsak panikleyerek hemen “Ben bu ateşin içinde ne yaparım? Allah beni bu ateşten kurtarsın, bu zulme ben dayanamam” gibi ön şartlarla cevap verirdik her halde. Tabiî ki Hz. İbrahim’in (as) Rabbine olan teslimiyetini bilemeyen Nemrut onu ateşe atar. Ancak ateş de emir altında yaktığı için Yüce Rabbimiz ateşe “Ey ateş, kulum İbrahim’e karşı serîn ve selâmetli ol.” 4 emrini verir. İşte bütün sır buradadır. Ateş de bir sebeptir. Ancak ve ancak emir altında yakar ve yine emir ile yakmaz. O zaman sebeplerin kendi zatında bir te’sîri ve üstünlüğü yoktur. Te’sîr ve üstünlük Allah’ın emrindedir.
Bizler de Hz. İbrahim (as) gibi duruş yapar ve îmân edersek, bu asrın fitne ateşleri bizleri de yakamaz ve zarar veremez inşaallah. Esâs zarar, zarar verir vehmi ve vesvesesidir. İşte âhirzamânda böyle şiddetli imtihânlardan geçiyoruz. Şeytan ve nefis de bu arada vazîfesini dahâ fazla yapacaktır. Bu ateş size dokunur ve yakar vesvesesi!
Şimdi hep birlikte İbrahimî duruşlar yapmak zorundayız. Eğer yapamazsak bu fitne ve asrın Nemrutlarının ateşi o zaman bizlere zarar verebilir. Çünkü bu dünya imtihân dünyasıdır. Akla kapı açılır, irâde elden alınmaz.
Aynı hikmetli duruşu Hz. İsmâil’in (as) hayatında da okuyabiliriz. Kesen bıçak, İsmâil’i (as) aynı îmân ve duruşla kesmez. Halbûki zâhirde bıçağın kesmesi gerekirdi. Ancak hakîkatte bıçak da emir ile keser. Bu asrın fitne bıçakları da Hz. İsmâil (as) gibi îmânî duruş yapanları kesemez. Keser zannına kapılmak tevhidî bakıştan esbâba te’sîr verir durumuna düşmektir. Allah korusun bu duruş bizlere zarar dokundurur. “Şimdi geniş dairelerdeki boğuşmalardan dolayı dinimize zarar gelir” diye endişe etmeye gerek yoktur. Ancak bir şartla ki, İbrahimî ve İsmâilî duruşlar yapmak şartıyla.
Allah’ı râzı edecek duruşlar yaptıktan sonra esbâbın bizlere zarar veremeyeceği ile ilgili Üstad Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin hayatından da bazı anekdotlar aktaralım.
Hepimizin bildiği gibi Bedîüzzamân Hazretleri Kosturma’da esârette iken Nikola Nikolaviç esir kampını ziyârete gelir. Bütün esirler ayağa kalkar ancak Bedîüzzamân ayağa kalkmaz. Niçin kalkmadığı sorulduğunda “Ben bir Müslüman âlimiyim. Bir kâfire ayağa kalkmam” der. Çünkü ilmin izzeti Bedîüzzamân’a böyle bir duruş yaptırır. Bedîüzzamân‘ın bu duruşu İbrahimî ve İsmâilî bir duruştur ve Allah bu duruştan râzıdır. Bunu Bedîüzzamân bütün îmânı ile bilmektedir. Çünkü “îmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü ve tevekkül ise saadet-i dareyni iktiza eder.” 5 İşte bu duruş rızâ makâmına ulaştırır. Sonra Rus komutanı idâm emri verir. Ancak Rus komutanı bilmezdi ki kendi kalbi de Allah’ın elindedir. Yüce Allah râzı olduğu bir duruşun neticesinde elbette ki insan olan sebeplerin te’sîr edemeyeceğini gösterecekti ve gösterdi. O zâlim komutanın kalbi dayanamadı, yumuşatıldı ve idâmdan vazgeçildi, hatta Bedîüzzamân’dan özür diledi. Demek rızâ makâmındaki duruşların da bu zamanımızda numûnelerinin var olduğunu görüyoruz.
Hatta zehir insanı öldürürken, yirmi bir kez zehirlenen Bedîüzzamân’a bir şey yapmamıştır. Çünkü zehir de Allah’ın emri ile zehirlemektedir. Çünkü zehir de sebeptir, zehirleyenler de. O zaman sebeplerin te’sîri olmadığını artık nefsimize de kabûl ettirmemiz gerekmez mi?
Dipnotlar:
1- Yusuf Sûresi, 12: 42.
2- Âl-i İmran Sûresi: 160.
3- Tevbe Sûresi, 9:129.
4- Enbiyâ Sûresi, 21:69.
5- Sözler, 2004, s. 501.
Benzer konuda makaleler:
- Niyet-i sadıka ve ihlâs
- Pencerelerden seyret, içlerine girme
- Ş. Urfa’da Hz. İbrahim’in dostluğunu konuştular
- Esbâb ve Müessir-i Hakîkî
- Yardım et Allah’ım
- Kıl tevekkül Hakk’a dayan!
- Bediüzzaman TIRI’ndan yansımalar
- Sakın, sakın ümitsizliğe düşmeyiniz!
- Ehvenü´ş-şer bir adâlet-i izâfiyedir
- Yâ vekîl!
İlk yorum yapan olun