Şehirlerin çığlığı

Image
Okuyucularımız bu yazıyı “varoşların feryâdı” olarak da tercüme edebilirler. Fakat “varoş” kelimesi dünyamıza munis mânâlar taşımıyor. Belki Lâtin Amerika ve Hindistan’daki düzensiz toplanmaları hatıra getiriyor. Halbuki Anadolu’nun bu mânâda bir “varoş”u yoktu. Memleketlerini çeşitli sebeplerle tek tek terk edenler ve bilhassa “medeniyetin güzelliklerinden” daha fazla istifadeye çalışanlar, varoş oluşturmuyorlardı.

Kenar semtlere yerleşen bu insanlar, maddî durumları yetersiz de olsa, kültürlerinin ve inançlarının gereği olarak “ailenin” hemen hemen bütün şartlarını yerlerine getirirlerdi. Şehrin sosyal hayatına doğru aileden ve bireyden çıkan filizlerle zamanla manzarayı tamamlamaya çalışırlardı…

Fakat 12 Eylül denilen tarihimizin en münafıkâne hareketinden sonra, zındıkanın içten ve dıştan körüklediği ateşle tutuşan Anadolu’daki fitne ve bilhassa hanedanın doksan seneye yakındır şarka karşı beslediği kinin devlet refleksine sirayeti; öbek öbek insanların sevdikleri yurtlarından kopmalarına ve bir şehrin kenar semtine iğretice tutunmalarına sebep oldu.

Yöresinde her gün onlarca fakiri sofrasında ağırlayan ve yüzlerce insana ekmek kapısı olan ailelerin; PKK, Çekiç Güç ve hanedanın işbirliği ile topraklarından koparıldıklarını, köylerinin yerle- bir ve servetlerinin berhava edildiğini bilemeyenler, şişirilmiş şehirlerimizin çığlığını duyamıyorlar.

Hanedanımız, Osmanlı hanedanını frenk diyarında beş parasız, yoksul ve sefil bırakmakla ünlüdür. Duymak isteyenlere veya zulme karşı direnenlere verilecek ceza önceden tesbit edilmişti: Vatan haini! Daha sonra Takrîr-i Sükûn Kanunuyla yine Anadolu’daki izzetli, haysiyetli, vatanperver ve cömert insanlar hallaç pamuğu gibi yurdun dört bir yanına savrulmuşlardı. Ölmektense gurbetelde garip yaşama tercihi ağır basmıştı… Bu hâl 1950’lere kadar zaman zaman devam etmiş Anadolu’da. Ne gariptir ki, Türkiye´de, dini ve dine dayalı geleneği ve kültürü yok etmeye kilitlenmiş “diktatör komitacılar,” doğuda yaşayan dindar halka otuz sene boyunca tesir edemediler. Tabiat şartlarının da burada dahli olabilir. Yolsuz, elektriksiz, telefonsuz, okulsuz ve devletin yalnızca vergi veya askerlik için hayvan sırtında ulaştığı diyarlar geleneklerini devam ettirdiler… Kanaatimce 12 Eylül’den sonra, malûm çevreler bu diyarlardan intikam almaya başladılar.

Fitne ateşini körükleyenler yalnızca içerden olsaydılar, devletin vatanperver güçleri söndürebilirdi… Bir ucu Bekaa vadisinde, diğer ucu Telaviv’de, kumandası Newyork, Londra gibi merkezlerde olan bu ateşi söndürmek milletimiz için kolay olmadı…İşin en acı yanı, bilhassa doğudaki yerleşim birimlerini boşalttırıp, yöre insanlarını Akdeniz, Ege ve Marmara sahillerindeki şehirlere sürenler, yine izlerini kaybettirdiler. Yapay failler, ısmarlama dosyalar ve üzerleri cinayetlerle kapatılmış binlerce vakıalar… Sözünü ettiğimiz insanlar belki sürgün olduklarının da farkında bile değiller. Fukaraya aş dağıtıp derdine derman olurlarken; bir ekmeğe muhtaç ve binlerce dertle muzdarip olacaklarını nerden bileceklerdi ki… Bu vatanın kumaşından olan insanlara yerlilerin yardım etmemeleri için de hanedanımız tedbir almış: Hepsini bölücü PKK taraftarları olarak yaftalamış. Onlara kapıyı tamamen kapamış. İrtibata geçenlere “bölücü!” muamelesi yapmış. Bunun yol açtığı korku yirmi sene önce bu şehirlere yerleşen doğu kökenli vatandaşlarımızı bile sardı. Kendi eli ile, din kardeşine kapıları kapadı… Sosyal devletten ne kadar uzak olduğumuz bir vakıa… Bizde sosyal devletin vazifesini az çok yapmaya çalışan dinî cemaatleri de tehdit ettiler. Bu fakir, garip, dertli ve problemli insanların arasına dinsiz militanlar yerleştirildi… Avrupa’dan ve Amerika’dan gelen ajanlar rahatlıkla buralara girerken, Anadolu´lu yardımseverlerin girmeleri engellendi ve bugünlere geldik.

Şu AB hikâyesi olmasaydı bu dehşetli çığlıklara devlet olarak hâlâ kulaklarımızı kapatacaktık. Varsın AİHM fakir Türkiye´ye milyonlarca euro ceza kessin… Yeter ki hanedanın keyfi bozulmasın… Fakat dünya o kadar küçüldü ki… Sen Mersin’i, Antalya’yı ve Tekirdağ’ı görmemezlikten gelsen bile, elin oğlu her şeyi görüyor ve biliyor…

Bu çığlığı dindirmenin yolu belli. Dinden gelen sevgi, merhamet ve şefkatle yaralar bir seneye varmaz, tımar edilir…

AB sürecine giren Türkiye’de hürriyet güneşini engelleyen kara bulutlar, Allah’ın inayetiyle semamızdan hemencecik kaybolacaklar. Ümit ederiz ki, bu şehirler rehabilite edilecek… Muhacir halk, köklerini unutmamak için memleketleriyle irtibata geçmeyi çoktan arzu ediyor. Türkiye bu felâketten belki de manen-maddeten daha güçlü bir şekilde çıkacak. Yeter ki derdin teşhisini koymaya çalışan yetkilileri dahilî ve haricî Türkiye düşmanları şaşırtmasın…

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*