Selefiliğin tarihi kökeni, günümüz Selefileri ve IŞİD

Arapça “Selefiye” denen Selefilik, İbn-i Teymiye olarak şöhret bulan kişinin fikirleri etrafında toplanan bir fırkadır ve itikadî bir mezheptir. İbn-i Teymiye, Eşarî ulemasının görüşlerine muhalif gittiği için halkın ve idarecilerin öfkesini çekmiştir.

Selefiliğin tarihi kökeni

Arapça “Selefiye” denen Selefilik, İbn-i Teymiye olarak şöhret bulan “Harran”da doğan Kürt kökenli Ebu’l-Abbas Takıyyuddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Mecdiddîn b. Abdüsselâm b. Teymiye’nin fikirleri etrafında toplanan bir fırkadır ve itikadî bir mezheptir.

Tarihî geçmişine baktığımız zaman mezheplerin teşekkül etmesinden önceki dönemde yaşayan “Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabîn”e Selef, mezheplerin teşekkülünden sonra mezheplere bağlı olanlara da “Halef” yani, “Öncekiler ve Sonrakiler” denilmiştir. Zira halef ve halife sonradan gelen manasındadır.

İbn-i Teymiye H. 661 – M. 1263’de Harran’da doğmuş Moğol istilâsından dolayı âlim olan babası ile Şam’a gitmişlerdir. Babası Şam Emevî Camii’nde vaaz yetkisine sahip olmuştur. Fakih (Hukukçu) ve Muhaddis olan İbn-i Teymiye daha çok Hanbeli Mezhebi ile ilgilenmiş, Felsefe ve Mantık okumuş, Arap dili ve gramerine ve zamanın ilimlerine aşinâ olmuştur. Ancak tasavvufu da mezhepleri de eleştirerek kendine göre “Kur’ân İslâmı” yöntemi ile bir usûl oluşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’i kendi görüşleri ile tefsir ediyor ve hadisleri de kendisine göre değerlendiriyordu. Bu yönü ile “Ehl-i Sünnet” ulemasının ve mutasavvıfların öfkesini çekmiştir. Allah’ın sıfatları konusunda mecazı kabul etmeyen İbn-i Teymiye cennet nimetlerini mecazi kabul etmesi de onun tutarsız fikirlere sahip olduğunu göstermekte ve kendi kendisi ile çelişmektedir.

Muhiddin-i Arabi’yi eleştirdiği gibi onun Sufizmini de eleştirmiş, aklî yorumlara girmeyip âyet ve hadislerin zahirini esas aldığı ve Selef ulemasının bu konuda fikir beyan etmediğini söyleyerek Eşarî ulemasının görüşlerine muhalif gittiği için halkın ve idarecilerin öfkesini çekmiştir.

Moğollara karşı savaş fetvası vermiş ve aktif şekilde savaşa iştirak etmeleri konusunda halkı teşvik ederek diğer âlimlerden ayrılmıştır. Şam’da duramayıp Mısır’a gitmiş orada da Sufilerle çatışınca hapse atılmış ve işkenceye maruz kalmıştır. Tekrar Şam’a gelmiş, orada da hapse atılmış, ama ehl-i Sünnet mezheplerine muhalif görüşlerinde ısrar etmiştir. Nihayet 1328’de vefat etmiştir.

Akaid konusunda 20 Risalesi, Fıkıhla ilgili 300’den fazla kitabı vardır. Bazı kitapları “Mecmau’r-Resail” adı altında basılmıştır. Fetvaları “Mecmuatu’l-Feteva” ismi ile basılmıştır. “Siyasetü’ş-Şer’iyye” ve “El-Hisbe fi’l-İslâm” isimli eserleri meşhurdur. Mantıkla ilgili “Nakdu’l-Mantık” ve Şianın fikirlerini çürüten “Minhâcü’s-Sünnetü’n-Nebeviyye” isimli eserleri de meşhurdur.

Yetiştirdiği talebelerinin en meşhurları “İbn-i Kayyum el-Cevzi” ve “Şemsüddin Ebu Abdullah Muhammed ez-Zehebî”dir. Son dönemde Muhammed Abduh da onun fikirlerinden etkilenenlerdendir.

İbn-i Teymiye’nin görüşleri ve eserleri kendisini Hanbeli Mezhebi’ne yakın gördüğünü ifade ettiği için Hanbeli Mezhebi’nin yaygın olduğu Arabistan’da Vehhabilik akımının doğmasına zemin hazırlamıştır.

Vehhabilik

İbn-i Teymiye’nin görüşleri “Selef Ulemasını” esas aldığını söyleyen Muhammed b. Abdulvahhab (Doğumu H. 1115 / M. 1703 – Uyeyne) tarafından geliştirilerek Vehhabilik olarak ortaya çıkmıştır.

Uyeyne kadısının oğlu olan Muhammed b. Abdulvahhab babasının yanında tahsili yapmış, Mekke ve Medine’de ikmal etmiştir. Basra’da “Tevhid” konusunda tartışmalara girmiş, “Kitap ve Sünnet” dışında Ehl-i Sünnet’in “Kıyas ve İcma” delillerini kabul etmeyerek Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrı bir meslek takip ettiğini ortaya koymuştur.

Abdulvahhab Tarikat ve Tasavvufun “Tevhid” akidesini bozduğunu iddia ederek “Tekke ve Türbelerin” şirk olduğunu savunmuştur. Fikirleri daha önce Hz. Ali (ra) ile savaşan Müseyleme’ye tabi olan Haricilerin bulunduğu Necid halkının dikkatini çekerek sahip çıkmışlar, Abdulvahhab’ın fikirlerini benimseyerek yaygınlaştırmışlardır. Abdulvahhab’ın şirke düşenlerin kanlarını helâl sayması ile de nice insanlar kılıçtan geçirilmiş ve malları ganimet kabul edilmiştir. (Bakınız: Bediüzzaman, Mektubat, 2005, s. 615-623.)

Abdülvehhab daha sonra fikirlerini cebir yoluyla kabul ettirmeye çalışması üzerine, Necid’in güçlü kabilelerinden Halidoğullarının reisi Süleyman b. Ureyir Abdülvehhap’ın öldürülmesini veya sürgün edilmesini talep eder. Bunun üzerine İbn Abdülvehhap, Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye’ye gelir ve emir Muhammed b. Suûd’la anlaşır. Böylece Vehhabî devletinin temelleri atılmış oldu. (M. 1744).

Abdülvehhap ölünce, (M. 1791) onun izinden giden Muhammed b. Suûd, bu fikrin özellikle siyasî cephesini yaymaya ağırlık vermiştir. Osmanlı hükümet merkezinden uzak olmaları, en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile meşguliyetleri büyük rol oynamıştır. Bu durumdan istifade eden Vehhabîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları gibi, Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabîlerin öldürülmesini bahane ederek, 10 Muharrem 1802’de Kerbelâ törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirdiler ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in türbesini de yağmaladılar. 18 Şubat 1803’de de Taif işgal edildi. Hz. Ali Efendimiz’in (ra) kabrini, Harem-i Şerifi ve Ravza-i Mutahharayı yağma ve talan ettiler.

Taifte kütüphaneleri yağmaladılar, Ehl-i Sünnet ulamasının kitaplarını Buhârî ve Müslim’in hadis kitaplarını ayaklar altına attılar.

“Vehhabiler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu… Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Târih-i Cevdet, 7: 206; 7:262-263.)

Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçiren İbn Suûd, halka şöyle hitap ediyordu: “Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslâm’ın nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakk’ı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler… Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrûdur… Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir…” (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 175.)

İbn-i Suud daha sonra Medine halkına şu talimatları verdi: “Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balıksırtı toprak yığılmış hale getirmek. Muhammed b. Abdülvehhap’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dâhil, şiddetli takibata uğratmak. Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak.” (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İslâm Ansiklopedisi, 13: 266; Dr. Vehbi Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)

Nihayet 1800’lü yıllara gelindiğinde Vehhâbî devleti, Halep, Hind Okyanusu, Basra Körfezi, Irak ve Kızıl Deniz’e kadar yayılmış oldu.

Vehhabiliğin, büyük bir tehlike olduğunu gören Osmanlı Devleti’nin hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gereğinin yapılması için talimat vermişti. Paşanın oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Medine, Mekke ve Taif Vehhabiler’den geri alındı. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud’un üzerine gitti. İbn Suud direndi ise de 1814’de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğradı ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818’de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderip astırdı. Böylece Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanmış oldu.

Ancak bu savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necid bölgesinde yeniden faaliyete başladı ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başardı. Sonraki yıllarda birtakım hanedan tartışması oldu ise de Suud hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya etti. Ayrıca Hindistan ile İngiliz hükümetinin de desteğini alan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necid, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre, İbn Suud’un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahtın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhinde olamayacağı, onların istediklerini yapacakları birtakım hususlar hükme bağlandı.

Birinci Cihan Harbi’nde mağlûp olan Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine’den çekilince Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi tekrar ele geçirdiler. Abdülaziz b. Suud, 1926 tarihinde “Necid ve Hicaz Kralı” olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması ile de tam istiklâlini ilân etti ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtuldu. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirdi. Abdülaziz b. Suud, ölümüne kadar (1953) Suudi Arabistan Kralı olarak saltanatını sürdürdü.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Vehhabiliğin kurulmasında, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Harbi’nde mağlûp olması, İngilizlerin Vehhabilere para ve silâh yardımı yapması ve özellikle de İngiliz casuslarından Hempher’in büyük katkısı olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi her bir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.” (Mektubat, 2005, s. 615-623.)

Günümüzde Vehhabilik, Suud-i Arabistan’ın resmî mezhebidir. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde de taraftarları mevcuttur. Bu inancın temelinde sertlik, taassup ve kendi düşüncelerinde olmayanları küfürle itham etmek vardır. Bunun içindir ki, onlar, kendilerine “Muvahhidûn” demekte ve kendilerini İbn-i Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünnîler olarak görmektedirler. Onlar; “Biz, itikatta selef, amelde ise Hanbelî Mezhebi’ndeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, itikat hususunda Selef mezhebinin Nasscı (Eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdülvehhap, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislâm olmaktan başka bir şey değildir” derler.

Vehhabiler haricileri taklit etmekte

Abdülvehhab’a göre; “Tevhid, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.” Vehhabiler bu sert ve katı tutumuyla Haricîleri taklit etmektedir. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhabiler gibi, amel etmeyi imana dâhil saymış; namaz, oruç, hac ve zekât gibi emirleri yerine getirmeyenleri küfürle itham etmişlerdir.

Görüşleri

Vehhabiler, bütün İslâm mezhepleri gibi Kur’ân ve hadisleri temel kaynak olarak kabul etmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme hususunda sadece Abdülvehhap ve kendilerince muteber sayılan bilginlerin görüşlerine bağlı kalmışlardır. Onlara göre; “Dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil olamaz. Kesin delil, ancak Kur’ân ve hadisin, tevilden uzak zahiri hükümleridir. Bu bakımdan, Allah ve Resülü’nden (asm) başka, haramı haram, helâli helâl kılacak yoktur. Zira Kur’ân ve sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve tevîle yer yoktur. Kur’ân ve sünnette belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur’ân’ın zahirinden çıkarılır. Kur’ân-ı Kerîm kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Müteşabih âyetler de delildir; ancak bunlar te’vîl edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları tevil ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah’ın sıfatları hakikî sıfatlardır. Gerek zât, gerek sıfatlar hakkındaki âyetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih manaları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’ın Resulü (asm) bildirirdi.”

Evet, Vehhabiler ve bazı kimseler Kur’ân ve hadislerin teviline ve tefsirine gerek olmadığını ifade etmektedirler. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in bahr-i umman gibi olan derin mânâlarından mahrum kalmışlardır.

Abdülvehhab’a göre; “Tevhid, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.” (Muhammed b. Abdülvehhâb Keşfu’ş-Şububât, 43.) Vehhabiler bu sert ve katı tutumuyla Haricîleri taklit etmektedir. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhabiler gibi, amel etmeyi imana dâhil saymış; namaz, oruç, hac ve zekât gibi emirleri yerine getirmeyenleri küfürle itham etmişlerdir. Vehhabiler amelin imanın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye’ye uyarlar ve onlara göre “farz olanları tembellikle veya inkâr için terk eden kimse kâfirdir, mal ve kanları helâldir.” derler. Vehhabiler, amelin imanın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak kabul etmiş, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir ederek, onların mallarının ve canlarının kendilere helâl olduğunu ilân etmişlerdir ki, bu da azim bir hatadır.

Onlar Hanbeli Mezhebi’nin görüşünü kabul ettiklerini ifade etmelerine rağmen, bu konuda da ifrat etmişlerdir. Hâlbuki Ahmed b. Hanbel’e göre; “İman, hem söz hem de ameldir, iman iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle imandan çıkar; ama tövbe edince yine imana döner, Allah’a şirk koşan, farzlardan birini inkâr eden kimse İslâm’dan çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terk eden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah’a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azap eder.”

“İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve diğer azalarla ameldir. İslâm ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah’a şirk koşmamak, Kur’ân ve Sünnet’te sabit bir emri inkâr etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslâm’dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve inkârdır.” (Muhammed Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhî Mezhepler Tarihi, çev. Doç. Dr. Abdülkadir Şener, Ankara- 1968, s. 3:221.)

Vehhabilerin imamlarından olan İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzi gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabi gibi büyük evliyaya hücum etmektedirler. Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle ifade eder: “Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (ks) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti şîalara karşı Hazret-i Ebûbekir’in (ra) Hazret-i Ali’den (ra) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (ra) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (ks) gibi çok evliyayı inkâr ve tekfir ediyorlar.” (Mektubat, 2005, s. 615-623.)

Bunun içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin mesleğinin sahabe mesleğine göre “nakıs bir meşreb” olduğunu ifade etmekle beraber o büyük zatı; “Ulum-u İslâmiyenin bir mu’cizesi” olarak görmekte, talebelerini de o büyük zata ve mesleğine su-i zan etmekten hassasiyetle sakındırmaktadır.

“Başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek, sû’-i zandır. Sû’-i zan ise, maddî ve manevî içtimaîyatı zedeler.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, 106.) demekte bazı büyük zatların hikmetini bilmediğimiz hâllerinden dolayı onlara su-i zan etmekten, tenkit etmekten, çirkin görmekten ve gıybetlerini etmekten son derece sakınmamızı istemektedir. Zira onlara yapılan su-i zan sadece onların şahsına mahsus kalmayıp, onları mürşit olarak kabul eden ve izinden giden binlerce insana da zarar verir ve büyük yaralar açar.

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri (ks) İslâm âlimleri arasında en çok eser telif eylemiştir. Onun “İza dehale sinu fişşin, iza zeheret kabri Muhyiddin” yani “Sin, Şın’a dâhil olduğunda Muhyiddin’in kabri meydana çıkar.” buyurduğu sözü, kendisine son derece hürmetkâr olan Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim Han’ın zihnini meşgul eder. Şam’a vardığı zaman orada bulunan âlim ve veli zatlar ile görüşür. Bir gün sohbet sırasında konu Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’ne gelince, o zatlar Hazret’in kabrinin bulunduğu yerinin çöplük olduğunu ve ona o güne kadar iyi gözle bakılmadığını anlatırlar. Bunun üzerine Yavuz Selim Han, hemen harekete geçer ve kabrin yerini tesbit ettirir. Böylece “Sin”den maksadın Selim, “Şın”dan maksadın da Şam olduğunu anlaşılmış olur. Ayrıca, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin yaklaşık üç yüz yıl önceden haber verdiği Mısır’ın fethi Yavuz Sultan Selim’in eliyle tahakkuk eder. Yavuz, kabrin bulunduğu yere bir türbe, büyük bir cami ve külliye yaptırır. Külliyenin açılışı da bir Cuma günü yapılır. Bu külliye günümüze kadar devam ettiği gibi, biiznillah kıyamete kadar da devam edecektir.

Ayrıca, Yavuz Selim, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin ayağını yere vurarak söylediği ve onun idamına sebep olan: “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır.” buyurduğu yeri tesbit ettirip kazdırınca, oradan bir küp içinde altın çıkar. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Siz Allahu Teâlâ’ya değil de paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşılmış olur. Selim Han, buradan çıkan altınları Şam’daki fakirlere dağıtır.

Abdülvehhabın büyük yanlışı

Abdülvehhab’ın en büyük yanlışı kitap, haşir ve nübüvvet gibi iman hakikatlerini inkâr eden müşriklerle, Kur’ân’ın haber verdiği ve sünnetin tesis ettiği tevhit akidesini kabul eden, onu yaşayan ve yaşatan Müslümanları aynı kefeye koymuş olmasıdır. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm “Onlar çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri günahlarında ısrar etmezler.” (Âl-i İmran Sûresi, 3: 135.) buyurur ve Allah’ın emrine karşı cürüm işleyen ve isyan edenlerin tevbelerini kabul edeceğini ve onların mü’min olduklarını haber vermektedir.

Resmi bir Mezheb!

Vehhabiler kendilerine “Muvahhidûn” derler. Vehhâbîlik, bugün Suûdi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde taraftarları vardır. Kendilerini İbn Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünnîler olarak görürler. Neşet Çağatay, Vehhâbilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehhâbiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler.
Neşet Çağatay, Vehhâbilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı ferî meselelerde de Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır:

1. Tevhid:

Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilân edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez.

Resûlullah (asm) bir hadîslerinde, “Lâilâheillallah diyen ve Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri inkâr eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah’a aittir” (Buhârî, İmân, 17; Müslim, İman, 36.) buyurur. Bu hadis Allah’ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir. Oysa Muhammed b. Abdilvehhâb, “Lâilâheillallâh”ı yalnızca telâffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak görmemekte, aksine lâfzı ile birlikte anlamını bilmenin, ikrar etmenin, ortağı bulunmayan tek Allah’a ibâdet etmenin, Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri tanımadıkça, bu hadîsin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını söyler. (Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 115.) Ona göre tevhîd, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz. (Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 43.)

2. Şefaat ve tevessül:

Şefaatin sadece Allah’ın iznine tabi olduğunu, bu sebeple şefaat Allah’tan istenir ve “Allah’ım onu bana şefaatçi kıl” denir. Allah peygambere şefaat izni vermiştir; ama bizi ondan nehyetmiştir. Kur’ân-ı Kerim müşriklerin Allah’ın varlığına inandıklarını; fakat meleklere, peygamberlere, velîlere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre gittiklerini beyan eder. Salih insanları aracı yapmayı bunun gibi görür ve bu sebeple “Tevessülü” yani birini vesile yapmayı da kabul etmez. (Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 13-17.) Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevessül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, icmâen küfre girmiştir” (Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire -1377/1957, s. 167.) der.

Vehhâbîlere göre, “tasavvuf İslâmî olmayan bir bidattir… Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin kendisini vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur… Mutasavvıfanın mükâşefe dedikleri şey tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.” (Yusuf Ziya Yörukan, “Vehhâbilik”, İFD., 1953-1/61-63.)

Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de, ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi olduklarına inanıp himmetlerini dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar vardır. Kabirlerine gidip, kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvarmaktadırlar. Onların gavs, kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi mertebelere ayrıldıklarını ve bunlara nezretmek ve kurban kesmenin caiz olduğunu söylemektedirler. Bu sözler tam anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedî helâk oluş ve azab vardır… Bunlar Kitâb, imamların akideleri ve ümmetin icmâına muhaliftir. (Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, s. 168-172.)

3. Bid’alar:

Abdulvahhab İbni Teymiye’nin bu konudaki görüşünü aynen kabul eder. Yüce Allah’ın “Resulün buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur Sûresi, 24: 63.) âyetini ve Peygamberimizin (asm) “Her bid’a dalâlettir, bütün dalâletler Cehennemdedir” (Tirmizi, İlim, 16; Ebu Davud, Sunne 6.) hadisini delil getirir. Yenilikleri fitne olarak görür ve devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne, şirktir” der. (Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, s. 385-387.)

Vehhabi âlimlerinden Abdurrahman b. Hassan “Allah’ın sözüne uymayan ve Peygamberden (asm) başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitâb ve Sünnet’te olmayan her şey, yani bid’atler, sapıklık alâmetidir. Ayrıca “Akâid konusunda kelâmcıların, helâl ve haram konusunda fakîhlerin sözleri delîl olamaz” (Muhammed Ebû Zehra, İslâm’da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, s. 282.) der.

İbn Abdilvehhâb’ın en korkunç ve hattâ şîrk olarak gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne’de Zeyd b. Hattab’ın mezarını yıkışlarında görülmektedir.

Peygamber’in (asm) hâtırasını ta’zîz, Hırka-i Şerif, Sakal-ı Şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır; dolayısıyla şirktir. Delâil-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu, Peygamber’e ibâdet mahiyetindedir. Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirilir; ancak bunu bir ibâdet hâline getirmemek, “Seyyidunâ ve Mevlânâ” dememek şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde, ezandan önce veya sonra tesbîh çekmek ve duâ etmek de bid’attir.

Vehhâbîler, bid’attir diye birçok mübah olan şeylere hücum etmişler, yasaklamışlardır. Meselâ mevlîd toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlîd okumak, okutmak, sünnet ve nafile namazları kılmak da Vehhâbîlerin yasakladıkları şeyler arasındadır. (Ahmet Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara -1976, s. 88.)

Fitneyi önlemek adına fitnenin önünü açtılar

“İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid’atı içine alır şeklinde tatbiki, Vehhâbîleri fevkalâde katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Fitneyi önleyeceğiz diye en büyük fitnelerin kapısını açmışlardır.

4. Namaz:

Vehhabilere göre namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatla kılınması farzdır ve her Müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. Camilerin süslenmesi, kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bîd’attır. “Namazı terk eden kimse kâfirdir ve onlar hakkında mürted, yani dinden çıkmış hükmü verilir. (Ahmed b. Nâsır en-Necdî, el-Fevâkihu’l-Azâb fi’r-Reddi alâ men lem Yahkum bi’s-Sünneti ve’l-Kitâb, s. 66; Vehbi Ecer, Osmanlıda Vehhabi Hareketleri, s. 86.)

5. Dinde Akıl Yürütme:

Kur’ân ve hadîse dayanan icmâ ve içtihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu değildir. Kur’ân ve Sünnet zahirî anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânâda müteşâbihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre mânâlandırılır. Bu işte aklı ve tevîli işe karıştırmak bid’attir, küfürdür”. Allah’ın zâtı ve sıfatları ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de geçen âyetler, Vehhâbîlere göre, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre mânâlandırılmalıdır.

Vehhâbîlik Kur’ân ve hadisi esas almakla beraber Zâhiriyye mezhebinden, yani âyetlerin ve hadislerin zahiri manalarını olduğu gibi kabul eden mezhebden etkilenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde Allah’ın isim ve sıfatları hakkında nasıl bir ifade kullanılmış ve ne söylenmişse, onları olduğu gibi kabul etmek; yani, Allah’ı bizzat kendisinin ve peygamberinin tanıttığı gibi bilip tasdik etmeyi ve bu âyetleri anlama konusunda aczini itiraf etmek esastır, demişlerdir. Bu konuda “sorulan sorulara sükût ederek cevap vermek” gerektir demişlerdir.

6. Zekât:

Zekât vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekât alınmalıdır derler.

7. Emr-i Maruf ve Nehy-i Ani’l-Münker:

“İyiliği emredip kötülüğü yasaklama”, bütün İslâm mezheplerinin benimsediği bir Kur’ân emridir. Ehl-i Sünnet, bunu “Allah’ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir…” (Mâide Sûresi, 5:99.) âyeti çerçevesinde insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmayacak şekilde makul olan yolu benimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile, haram ve vâcib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya çalışmıştır.

Haricîler ve günümüzde yaşayan kolu İbâdiyye ise, bu görüşü, İslâm’a dâvet adı altında Müslümanlarla savaşmak şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhâbîlere tam bir örnek olmuşlardır. Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi bid’at saydıkları ve bid’atlara kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerîm’in, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmrân Sûresi, 3: 110.) âyetine göre zarurî olduğuna inandıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı savaşmaktan çekinmemişlerdir. (Muhammed Ebû Zehra, İslâm’da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, s. 282.)

“İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid’atı içine alır şeklinde tatbiki, Vehhâbîleri fevkalâde katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Fitneyi önleyeceğiz diye en büyük fitnelerin kapısını açmışlardır.

Kâtib Çelebi (v. 1659) “Bid’atlar, halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır. Bir bid’at, bir halkın arasında yerleşip oturduktan sonra, artık Emr-i bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehy-i ani’l-Münker işidir, diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp âdet edindiği işi, bid’attir diye bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ itikâdda olan bid’atler için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid’atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid’atten döndüremediler.

İmdi, halk âdetini bırakmaz, her ne ise, Allah’ın istediğine göre sürülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslâmların düzenini korumak ve İslâmlığın şartlarını ve esaslarını halk arasında saklamak lâzımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek ve onları bid’attan uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla va’z ve nasihatla yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah’ın elçisinin üzerine düşen ancak bildirmektir (Mâide Sûresi, 5:99.) Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası, bu yolda derinleşmek ve incelemek faydalı değildir. Zira, Peygamberimizin (asm) zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve araştırsalar, Sünnetten çok uzaklaşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. Çoğu zamanlarda çıkan istek ve sözler hiçbir yolda bid’attan sıyrılmış değildir.” (Kâtip Çelebi, Mizanu’l-Hak, 65-67.)

Bediüzzaman Hazretleri “Farzları yapan kebireleri işlemeyen kurtulur” buyurur. En selâmetli ve doğru yol budur.

8. Cezalar:

Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur (Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İslâm Ansiklopedisi, 13: 264.)

9. İçtihad:

İbn Abdilvehhâb’a göre, ictihâd kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek dinden çıkmaktır. Vehhâbîler içtihâd kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp içtihâd kapısını kapalı tutmanın felâket ve taassub getirdiğini söylemelerine rağmen, bizzat kendileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır.

Selef ulamasının tevil konusunda aklını kullanmamasını ve nakle önem vermesini esas alan Selefiler, Mutezile mezhebine muhalefet etmekle beraber, tevile karşı çıkarak Ehl-i Sünnetten ayrılmıştır. Müteşabih âyetleri kabul etmekle beraber bunların manalarının ancak Allah tarafından bilineceğini söyler ve zahirine iman ederek bu konuda da tevile yanaşmazlar.

Meselâ “Yedullah” yani “Allah’ın eli” (Fetih Sûresi, 48:10.) Sünnî ve Şiî âlimlerce “Allah’ın kudreti” şeklinde tevil edilirken Selefiler “Allah’ın eli vardır; ancak keyfiyeti bizce meçhuldür” derler ve “Allah’ın kudreti” şelindeki tevili kabul etmezler.

Vehhâbî-Selefilik’te namazın sünnetlerinin bidat sayılabileceği ihtimâli göz önünde bulundurulmak suretiyle bir günde sâdece 17 rekât farz olan kısmı kılınır. Namaz vakitlerine karşı aşırı hassâsiyet gösteren Vehhâbîler, namazlarını vaktin girmesiyle birlikte hiç zaman kaybetmeden icrâ ederler. Ayrıca, sabah ve Cuma namazı haricindeki diğer namazların başına ya da sonuna herhangi bir sünnet namazını ekleyip kılmayı bid’at olarak kabul ederler ve kılmazlar. Farz namazı selâmla tamamlayarak duâ etmeyi ve tesbihatı yapmayı da bid’at kabul ederek yapmazlar. Sebebi sorulduğu zaman da “Bu nafile namazları evde kılmak daha sevaptır. Peygamberimiz (asm) öyle yapmıştır” derler, ama evlerine gidip kılmazlar, çünkü herkes evine değil, işine gider.

Bazı konularda Vehhabilerin görüşleri

Vehhabilere göre;

1. “İman kalple tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel etmektir” derler. (Ahmed Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, Marifet Yayınları, İstanbul- 1990, s. 24-26.) Amel, imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, meselâ farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kimse kâfir olur. Bu kişi öldürülür, malları da Vehhabilere taksim edilir.

2. Peygamberlerin ve evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, onların kabirlerini ziyaret edip, onları vesile ederek duâ eden kâfir olur. Zira kabirde olandan ve işitmeyen kimseden yardım istemek şirktir. Ölen kimse ile uzakta olan biri, işitmez ve cevap vermez. Bunların hiç kimseye faydası veya zararı olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.

3. Mezarlar üzerine türbe yapmak, oralarda namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadâka adamak caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Bunların kestikleri yenmez. Onları öldürmek ve mallarını yağma etmek helâldir.

4. Vehhabiler şefaat, tevessül ve keramet gibi meseleleri tevhid inancına muhalif olduğu gerekçesiyle kabul etmemekte ve bunları kabul eden Müslümanları tekfirle itham etmektedirler. Bu çok büyük bir hatadır.

Kimleri suçluyorlar?

Vehhabiler kendilerini Selefî olarak takdim ettikleri için Kelâmî ve itikadî mezhepleri kabul etmezler. Onları dine aklı ve tevili karıştımakla ve İslâm inancını bozmakla suçlarlar. Fıkıhta ise İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyum el-Cevzî’yi kabul ederler. Bununla beraber Selefîler homojen bir grup olmaktan ziyade kozmopolit bir kitleye benzemektedirler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i anladıklarını iddia ederek bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuşlar ve herkes kendi anlayışını dillendirdiği için bir noktada ittifak ederek homojen bir cemaat teşkil edememektedirler.

Bir müçtehidin ve imamın taklid edilmesine şiddetle karşı çıktıkları için tasavvufu da mezhepleri de reddetmektedirler. Tevessüle ve tasavvufa karşı çıkmaları da bu sebepten dolayıdır. Kıyası “Allah’ın dinine şahsî fikrini katmak ve kendi görüşüne göre hüküm vermek” olarak kabul ettikleri için reddederler.

Bu ve buna benzer pek çok sebepten dolayı onların “Biz Selef-i Salihinin yolundan gidiyoruz” demeleri doğru değildir.

Dördüncü hicrî yüzyıldan sonra Selef inancını özellikle Hanbelî Mezhebi’ne bağlı olan ulema devam ettirdiği için Vehhabiler, Hanbelî Mezhebine bağlı gösterirler. Selefiyenin müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini İbn-i Teymiye (v. 751/1350) İbnü’l-Vezir (840/1436) ve Şevkânî (1250/1834) gibi âlimler devam ettirmişlerdir.

Selefiler sadece kendilerinin takip ettikleri yolun Kur’ân yolu ve metodu olduğunu kabul eder. Halbuki Kur’ân’da İslâm dinine ve Allah’ın yoluna dâvetin metodu gösterilmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et; onlarla, en güzel tarz hangisi ise onunla mücadele et” (Nahl Sûresi, 16:125.) buyrulmuştur. Bu âyette hikmet, güzel öğüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadır. Hikmet; düşüncede ve fiilde hakikate ulaşmak demek olup, hakkı arayan iyi niyetli kimselere uygulanır. Doğruyu kabul eden, fakat nefsinin arzularına uyanlara güzel nasihat ve bunların hiçbirine sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul – 1987, s. 87.)

Gerçek Selefi kimlerdir?

Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin en hayırlıları benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir” buyurur. Bunlar da Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn denen ilk üç kuşak nesildir. Ki, bunlar Bediüzzaman Said Nursî’nin de belirttiği gibi “Asr-ı Saadet’ten teşerrüb eden” “Üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz olan” Selef-i Salihindir. Bunlar bütün Müslümanların örnek aldığı nesillerdir.
Asrımızda ilmin yaygınlaşması ve “Hürriyet-i fikirden neş’et eden fikir anarşisini” netice vermiştir. (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, 2011, s. 633.)

Maalesef günümüzde bilginin yaygın olması ve herkesin fikir beyan etmesinden kaynaklanan fikir anarşisi ile bilgi kirliliği yaşanmaktadır. Bu da iyi niyetli bilgisiz ve saf mü’minlerin aldanmasına sebep olmaktadır.

Siyasal Selefiliği de bu anlamda ele almak gerekir.

Son dönemlerde ortaya çıkan ve “Gerçek İslâmı, ‘Kur’ân İslâmını’ biz temsil ediyoruz” diyen akımlardan en etkileyicisi “Selefiliği” iddia edenlerdir. Zira Selefiliğin tarihi temelleri derindir ve özellikle mukaddes topraklarda “Vehhabilik” şeklinde ortaya çıkan ve devlet haline gelen bir akımın saf ve yarı cahil Müslümanları etkilemesi gayet tabiîdir.

Son dönem Selefileri gerçekte ne Selef-i Salihin olarak bilinen “Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn”in temsil ettiği “Selefiyeye” ve ne de Abdulvahhab’ın kurduğu “Vehhabî” akımına benzememektedir. Ancak onları istismar ederek Müslümanlar içinde kendilerine yer bulabilmektedirler.

Günümüzde dikkatleri üzerlerine çeken Modernistler, Reformistler ve kendilerine “Ehl-i Kur’ân” diyen Mealciler ve Selefiler gerçekte Vehhabilikten etkilenen gruplardır.

Arabistan Vehhabilerinin son dönem ortaya çıkan Siyasî Selefiliğin radikal eylemlerini kabul etmeleri mümkün değildir. Onların yanlışlarını ve İslâma verdiği zararları görerek kendilerini sorgulayarak gerçek Selefî olan “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” çizgisine yanaşacağı tahmin edilebilir.

Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir.” (Mektubat, 623.) Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkârında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslâm cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edecekleri ümit edilir. Hz. Ali (ra) “Hakkı arayıp da bâtılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, hakkı aramak üzere bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlar; ancak itidali gösterememişler ve aşırılığa aşırılıkla karşılık vermişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, Vehhabiler konusunda kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabın sonunda “Vehhabilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâm’ın havz-ı kebiri içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü membaı hariçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Membaı hariçte olsaydı çok düşündürecekti…” (Mektubat, 623.) demektedir.
Gerçek Selefi kimlerdir?

Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin en hayırlıları benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir” (Buhârî, Fedâilu’s-Sahabe, 1; Rikâk, 7; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 216) buyurur. Bunlar da Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn denen ilk üç kuşak nesildir. Ki, bunlar Bediüzzaman Said Nursî’nin de belirttiği gibi “Asr-ı Saadetten teşerrüb eden” “Üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz olan” Selef-i Salihindir. (Bediüzzaman, Muhakemat, 2011, s. 60.) Zira o zamanda onları mümtaz ve serfiraz kılan “Hak ve bürhan ve akıl ve meşveret”le hareket etmeleridir. (Muhakemat, 60.) Bunlar imanda, İslâmı anlamada, ilimde ve amelde bütün Müslümanların örnek aldığı nesillerdir.

İşte bu üç kuşak nesle “Selef” ve salih olmalarından dolayı da “Selef-i Salihin” denilmiştir. Sahabe kuşağı, Peygamberimiz (asm) ile beraber İslâma hizmet edenlerdir. Sahabeler adildirler ve asla yalana ve hileye tenezzül etmedikleri konusunda ulemanın icmaı vardır. (Mektubat, 2012, s. 208) sahabe Kur’ân-ı Kerîm’de övülmüş ve Allah’ın kendilerinden razı olduğu açıkça ifade edilmiştir. (Tevbe Sûresi, 9: 100.)

Tabiin, Peygamberimizin (asm) vefatından sonra sahabeleri gören ve onlardan hakikat dersi alan, Kur’ân ve Hadis dersini sahabelerden alan kuşaktır. Bu kuşak iman, amel, edep, takva ve ahlâkta müstesna bir mevkiye sahiptirler. Bu dönemin meşhur imamları Hasan-i Basri, Süfyan-i Servi, İbrahim Nehâî, Şa’bî ve İmam-ı Azam gibi meşhur âlimlerdir.

Tebe-i tabiîn ise tabiînin imamlarından ders alan Kur’ân, Hadis, Fıkıh, Tefsir ve Siyer konusunda eser te’lif ederek Kur’ân ve iman hakikatlerini eserleri ile muhafaza eden kuşaktır. Bu dönem bir nevî ihtisas dönemidir. İtikadî ve fıkhî mezhepler bu dönemde teşekkül etmiş ve birer ekol haline gelmiştir. İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel bu dönemin önde gelen âlimleridir.

Selef-i Salihîn ilim, amel ve fazileti birleştiren insanların yetiştiği bir dönemdir. Bu sebeple ümmetin vazgeçilmez bir istikamet önderleri olmuşlardır. Ümmet içinde ne zaman gevşeme, sarsılma ve fitne ortaya çıkmışsa bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışıyla doğru yolu ve istikameti korumuşlardır.

“EHL-İ SÜNNET AŞIRILARI”

Bugün Irak’ta, IŞİD adında bir devlet kurduğunu ilân edenlerin Selefi/Vehhabî çizgide olduğu bilinmektedir. Toptancı ve dışlayıcı bir anlayışla hareket etmektedir. Öncesinde El-Kâide’ye bağlı iken ayrılarak devletini ilân etmiş ve tarihte olduğu gibi Şiî düşmalığı yaparak kanlı eylemlere başlamıştır.

Konuyla ilgili olarak, gazeteci Engin Dinç’in Hitit Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Hakyemez’le yaptığı bir ropörtajda Doç. Dr. Hakyemez özetle şöyle demektedir:

“Araplar İslâm dinini kendi öz değerleri olarak gördükleri için kendi geleneksel düşünce kalıplarını zorlayan din yorumlarına hiçbir şekilde müsamaha göstermemişlerdir. Bu yüzden henüz İslâm mezheplerinin yeni teşekkül etmeye başladığı dönemlerde özellikle Ebu Hanife vb. mevalinin re’y, yani akla dayalı yorumlarını hep bid’at olarak değerlendirmişlerdir. O dönemde Ashabu’l-Hadis adı altında oluşan bu reaksiyoner tutumun günümüzde Selefilik olarak devam ettiğini görüyoruz.

18. Asırda ortaya çıkan Vehhabilik de benzer şartların ürünüydü. Osmanlı devletinin Ruslar ve İngilizlerle olan savaşlarından dolayı Arabistan bölgesinde oluşan otorite boşluğu neticesinde kontrolden çıkmış sûfi hareketler ve Şiîlerin imam türbelerine aşırı derecede saygılarına bir de Batının Müslüman topraklarını işgal etmeye başlamaları da eklenince, bunlara karşı bir tepki olarak Vehhabilik hareketinin oluşumu neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir. Selefîlik ya da Vehhabbîlik fark etmez, bunlar elbette Ehl-i Sünnet’in bir parçasıdır. Fakat Ehl-i Sünnet çok geniş bir yapı olduğu için günümüz İslâm dünyasında Şiîler dışındaki Müslümanların hemen hemen tamamı Ehl-i Sünnet sayılmaktadır. Bu yüzden onlara “Ehl-i Sünnet’in Aşırıları” demek daha doğru olur.

İlk dönemlerde Hanbeliler, sonra da Vehhabiler, sadece Şiîler için değil kendilerinden olmayan Sünnî gruplar için de tehlike oluşturmuşlardır. Hanbeliler, Bağdad’da mescidleri basarak Şafiîleri bile tartaklamışlardır. Benzer şekilde, Muhammed b. Abdulvahhab’ın koruyucusu Su’ûd b. Abdülaziz, Medinelilere mektup yazarak onları İslâm’a dâvet etmiştir. Çelişkiye bakın. Kimi nereye dâvet ediyor? Medine, İslâm’ın doğduğu yer, kendisi ise Necid bölgesindeki bedevî kabileye mensup bir şahıs.

Onlar kendilerini “Fırka-i Naciye” yani kurtuluşa ermiş fırka olarak gördükleri için kendileri dışındaki bütün Müslümanları dalâletle suçlamaktadırlar. Bu düşünce 3/9 Asırda Ahmed b. Hanbel taraftarları olup “Ashabu’l-Hadis” olarak ortaya çıkmış 8/14. Asırda İbn-i Teymiye ve 18. Asırda da Muhammed b. Abdulvahhab tarafından temsil edilmişler ve günümüze kadar gelmişlerdir.

Geleneksel Selefi çizgi hep şiddetten beslenmiştir. Zira tarihî süreç içerisinde sürekli reaksiyoner olmaları ve özgüven duygusundan ziyade, yenilgi psikolojisi ile hareket ediyor olmaları, Selefî söylemlerin ortak paydası olmuştur. Onların Selef döneminin temsil ettiği hakikate sahip olma duygusu, İslâm adına insanlar üzerinde hak iddia etmeleri, yaşadıkları günden hoşnut olmamaları, ötekileştirici din dilini tercih etmeleri ve kıyametin yaklaştığı ve Mehdî beklentileri, kendilerinde nefret dilinin gelişmesine yol açmıştır. Bu katı ve dışlayıcı düşünce yapısı, söz konusu radikal örgütler için bulunmaz teolojik ve duygusal imkânlar sunmaktadır. Bununla birlikte sert ve katı mizaçlarından dolayı, tıpkı Hariciler gibi kendi aralarında da anlaşamamaktadırlar. Bu yüzden günümüzde pek çok Selefilik şekli ortaya çıkmıştır. Yani metodolojilerinin çok sert olması, hayatın gerçekliğiyle çatışmakta ve sonuçta zıtlaşmalar, redler ve kesin ayrılıklar ortaya çıkmaktadır.

Siyasî Selefilik akımının doğuşu

Son dönemde ortaya çıkan Selefîlik akımı Asr-ı Saadet’ten sonraki büyüklerin arkasına sığınıp istismar etmeye yönelik bir siyasî hareket olarak görülebilir. Bu sebeple buna “Siyasî Selefilik” demek daha uygun olacaktır. Selef-i Salihin İslâm anlayışı iddiası ile ortaya çıkarak siyasî emellerini gerçekleştirmek istedikleri eylemlerinden anlaşılmaktadır. Halbuki “Selef-i Salihin” siyasî çekişmelerden uzak durarak doğrudan ümmetin “imanına” “ibadet hayatına” “ahlâkına” hizmet edip ilime önem vermiş, eğitim ve irşad metodunu takip etmişlerdir. Ümmetin birliğini camilerde, inançların düzelmesinde, cemaatle namaz kılarak camilerde birliği sağlamaya çalışmış, İslâm ahlâk ve faziletini yaşamayı halka öğütlemişler ve kendileri de bu konuda örnek olmuşlardır. Kendileri siyasetten uzak durdukları gibi talebelerini de siyasî çekişmelerden uzak tutmuşlardır.

Muhammed b. Abdilvehhab’in (1703-1792) yürüttüğü siyasî “Vahhabîlik” hareketine de daha sonra Selefîlik denmiştir. Abdulvahhab, Selefîliği savunarak ilk Mekke ve Medine’de Suudî Devleti’ni kurmuştur. Abdulvahhab Selefîliğe siyasî ve politik yöne çekmiştir. Vehhabilerin başını çektiği siyasî İslâmcılık akımı 18 ve 19. yy’da Müslüman aydınların aradığı kurtuluş reçetesi olarak takdim edilmiştir.

Müslüman aydınların savunduğu ve adına “İslâmcılık” denen siyasî akım XIX. Yüzyılda Mısır’da Cemaleddin Efgani, Reşit Rıza, Muhammed Abduh gibi kalem ve kelâm erbabı tarafından farklı şekillerde dillendirildi. Siyasî “İttihad-ı İslâm” düşüncesi de böylece ortaya çıkmış oldu. XX. Yüzyılda ise Muhammed İkbal, Seyid Kutup ve Ali Şeriatî gibi isimler bu düşünceye güç vermişler, katkıda bulunmuşlardır.

Osmanlı’da da bir kısım kalem erbabı gerek “Hilâfet” ve gerekse “İttihad-ı İslâm” düşüncesi altında bu siyasî akımdan etkilenmişlerdir. Bunların başında Mustafa Sabri Efendi, Eşref Edip, Necip Fazıl Kısakürek ve daha pek çok yazar “Siyasî İttihad-ı İslâm” ve “Siyaset yoluyla dine hizmet etme” metodunu devamlı olarak işlemişlerdir.

Her ne kadar “Selefîlik akımı” ile “Siyasal İslâm” birbirinden farklı ise de temel düşünce olarak birbirinden etkilenmiştir. Ancak Selefiler aşırıya kaçarak kendileri gibi düşünmeyenleri itikadi olarak İslâm dışına çıkarıp kanlarını helâl saymış ve fiilen bunu uygulayarak isyan hareketleri ile pek çok Müslümanın kanını dökmüşlerdir.

İslam, aklı yok saymaz

 İŞID’ın kendisini İslâm’ın temsilcisi olarak gördüğü için kendilerini Hz. Peygamber (asm) dönemiyle özdeşleştirip dinin bizzat aslı saydıkları için, kendileri dışındakileri rahatlıkla İslâm dışı, kâfir, mürted, kanının akıtılması helâl olarak görebiliyorlar. Özellikle Şiîler ile aralarında tarihî bir düşmanlık vardır. 1802 yılında Kerbelâ’yı basıp on bine yakın Şiî’yi katleden Vehhabilerin yaptıkları günümüzde de Selefiler tarafından yapılmaktadır.

Devletler arası çatışmalar zaman zaman mezhep boyutuna taşınmakta mezheplerin her iki tarafının ulemasına verdirdikleri tekfir edici fetvalar Müslümanlar arasında sıkıntı meydana getirmektedir. Bunun temelinde siyasî ve ekonomik çıkarlar da vardır. Siyasiler radikal grupların aşırı fikirlerinden istifade etmekte ve onları kullanmaktadırlar.

Mezheplerin çıkışı da Hariciler ve Şiîlerde olduğu gibi siyasî tutum farklılıklarından kaynaklanmıştır. Çıkar yüzünden kardeşler bile birbirlerine girmektedir. Selefilik veya Cihadî Selefiliğin hedefinde Şiîlerin olmasının veya Vehhabiliğin Şiîlerle problemi olmasının temelinde bu sebeplerin yattığı bilinmektedir. Suudi Arabistan’ın petrol bölgelerindeki nüfus büyük oranda Şiîlerden oluşmasına konunun uzmanları tarafından sık sık dikkat çekilmektedir. Bu demektir ki sorunun temeli ekonomik ve siyasîdir. Mezhep ise kendi yaptıklarını meşrû gösterme kılıfı olarak kullanılmaktadır.

İslâm dünyasında bu akımlara karşı bir bilinç ve savunma mekanizması geliştiriliyor mu? Bu tür grupların, kendi ayakları üzerine basan yeni bir İslâm medeniyeti ortaya çıkana kadar belirleyici etkileri devam edeceği anlaşılmaktadır. Bizim burada ifade etiklerimiz veya İslâm dünyasındaki birtakım uzlaştırıcı yaklaşımlar, Müslümanlar özgüvenden eksik ve dış müdahalelere açık olduğu sürece pek fazla karşılık bulmayacaktır. Kanaatimce ne zaman güçlü bir İslâm dünyası ortaya çıkar, o zaman bu ve benzeri aşırı grupların çeşitlilik ve renklilikten öte bir etkisi olmaz.”

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Görüşü

mehmet-gormez

“IŞİD ve benzeri radikal yapılara karşı ne yapılabilir?” sorusuna Prof. Dr. Mehmet Görmez şöyle cevap vermiştir: “Ölmek veya öldürmenin İslam’ın kaideleri içerisinde olmadığını anlatmak, oradan başlamak gerekiyor. Bir de İslam’ın insanın aklını yok sayan bir din olmadığını, Allah’ın insandan böyle bir şey istemediğini, anlatmak.”

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez gazeteci Ruşen Çakır’a verdiği bir Roportajda El-Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin Selefilikle ilgisi olmadığını ve siyasî bir hareket olduğunu belirtmektedir. Afganistan ve Irak’ın yabancı güçler tarafından işgalinin halk üzerinde uyandırdığı tepkinin Selefilik gibi dinî bir temele dayandığını iddia eden radikal terör örgütlerine fırsat verdiğini ifade etmektedir.

Mehmet Görmez ayrıca “Silâh ve şiddete dayalı hareketleri sadece bu Selefi yaygınlaşmayla izah edemeyiz. Selefi tabiri tarihsel olarak bilinen bir tabirdir. Çağımızda bu Selefi tutuma benzer hareketlere yeni Selefilik denmektedir. Ancak bu Selefi yaklaşımlar kendi içinde çok çeşitlilik arz eder. Selefi tutum sadece İslâm’la ilgili bir husus değildir hemen hemen bütün dini yapılarda bu tarz bir tutum vardır. Öze dönüş olarak ifade edilen bu yaklaşım tarihsel süreç içerisinde İslâm toplumlarında hep olagelmiştir, ancak bu tutumun egemen olduğu söylenemez” demektedir.

Mehmet Görmez Selefiliğin ilmî selefîlik olarak doğduğunu daha sonra “Cihad” kavramına şiddet unsurunu ekleyerek ilmî selefîlikten radikal söyleme kaydığını oradan da siyasî gücü arkasına alarak evrim geçirip kriz dönemlerinde savunma ideolojisine dönüştüğünü ifade eder. Selefi düşüncenin bu şekilde üç evreden geçtiğini söyler. Birincisi, Müslümanların yabancı kültürlerin etkisinde kalması ile “Biz ne hale geldik?” diye öze dönüşü başlatanlar. Bunlara “Ehl-i Hadis” denilmektedir. İkinci dönem Moğol istilâsı ile İbn-i Teymiye’nin başlattığı dönem. Üçüncüsü de Osmanlının zayıflamasından sonra Abdulvahhab ile başlayan dönemdir. Ancak Afganistan, Filistin, Bosna, Çeçenistan, Irak ve Suriye’nin işgalinden sonra büyük bir travma geçiren Müslümanların şiddet eğilimliler Selefilik adı altında siyasî şiddete dönüşmüştür demektedir.

“Başımıza gelen felâketler ve sıkıntıların Kur’ân’dan uzaklaşma olarak gören bir yaklaşım daima varolagelmiştir” diyen Görmez, Selefiliğin de bundan kaynaklandığını, öze ve Kur’ân’a dönme fikri ile ortaya çıktığını belirtir. “Ancak bu dönüş nasıl gerçekleşecektir?” Bu sorunun cevabını bulmakta sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Osmanlı döneminde de Kadızadeler hadisesi, Vehhabilik hareketi hep Selefî bir düşünceyi içinde barındırmıştır” der.

Görmez devamla “Ama ne ki bu yaklaşımlara Selefîlik diyemeyiz. Çünkü, pratikte günümüzdeki Selefî olduğunu iddia eden akımlar içinde taassubu ve bağnazlığı barındırmaktadır. Kendi fikirlerini herkese zorla dayatmaya çalışmaktadırlar. İnhisarcı ve dışlayıcı bir tutum içindedirler. Bu tutum inançta samimiyeti, ibadetteki içtenliği, Allah sevgisinin mahlûkata şefkat olarak yansıtılması, hukukun korunması ve ahlâkî faziletlerin yaşanması gibi hakikatleri içinde barındıran gerçek selefilikle ilgisi yoktur. Şiddet ve zulüm üreten sonuçları ile gerçek Selefilikten ayrılmaktadır.”

“IŞİD vb. hareketleri salt dinle ve dinî anlayışlarla izah edemeyiz” diyen Görmez, “Bütün bu coğrafyalarda yaşanan travmaların sonunda böyle bir zemin var olmuştur. Siz Irak işgalinden sonra 1,5 milyon insanın öldürülmesi ve milyonlarca insanın yaralanması, yine bir o kadar kadının tecavüze uğramasından bağımsız bunları düşünemezsiniz. Yaralı bilinçler oluşmuştur tüm İslâm dünyasında. Yaşanan bu hadiseler adeta topyekûn toplumsal bir kusmadır. Elbette kusma bir hastalığa ve sağlıksızlığa işarettir” demektedir.

“IŞİD’in Hilâfet ilân etmesinin İslâm toplumunda karşılık bulabilir mi?” sorusuna DİB Mehmet Görmez şöyle cevap vermektedir:

“İslâm’da aslolan imanî bir derinlikle kişilerin nefislerde yapacağı değişimdir. Kur’ân’ın toplumsal yasası nefislerin değişmesiyle toplumun değişebileceğidir. Tepeden inmeci bir toplum dizaynı özünde İslâmî değildir. Sizin hilâfeti ilân etmeniz bir anlam ifade etmez. Kitlelerin bu konuda ne düşündüğü önemlidir. Kaldı ki bugün İslâm dünyasında öncelik uhuvvetin, muhabbetin ve bunlara dayalı bir ittihadın gerçekleşmesi gerekir. Siyasî anlamda bir hilâfet anlayışının ve bu tarz hilâfet teorilerinin bir gerçekliği yoktur. İslâm coğrafyasının kardeşliğe dayalı yardımlaşmaya dayalı bir dayanışma her şeyden önceliklidir.”

“İslâm devleti/İslâmî devlet” kavramının bu örgüt tarafından sahiplenilmesine ne diyorsunuz?” sorusuna da “İslâm ahlâka, adalete, hakka ve hukuka dayalı bir toplum inşa etme hedefini dinin özünde ve içinde görür. Bu anlamıyla İslâm toplumsallıktan uzak bir birey dini değildir. “İslâm devleti” tabiri modern bir tabirdir. Çerçevesi ve sınırları belirlenmiş bir devletten ziyade İslâm’ın öngördüğü toplum yapısı emanet, ehliyet liyakat ve meşveret özlüdür. Yoksa tepeden inmeci bir devlet dini empozesinde bir İslâm toplumunun inşası İslâm’ın çağrısına uygun değildir.”

“Türkiye bu tür yapılarla mücadele etmede nasıl bir rol ve misyon üstlenebilir?” sorusuna da “İslâm evrensel mesaj içeren bir dindir. Gerek mahalli ve gerekse tarihsel uygulamalar esas alınarak İslâm’ı buna göre yorumlayarak dini anlama biçiminden bir medeniyet inşa etmek mümkün değildir. Elbette İslâm Peygamberinin (asm) vefatından kısa bir dönem sonra başta Arap Yarımadası olmak üzere bir taraftan Asya’nın en iç noktalarına ve uzak doğuya, diğer taraftan Akdeniz kıyılarından Avrupa’ya, İran’dan Mısır’a ve Anadolu’nun içlerine Diyarbakır’dan Malatya’ya kadar birçok yere ulaşarak birçok kültürle iç içe olarak İslâm yaşanılır hale gelmiştir. Sahabenin marifetiyle gerçekleşen bu inanılmaz yaygınlaşma Peygamberimizin (asm) terbiyesinden geçen Ashab-ı Kiram’ın hangi dili ve tutumu buralara taşıdığını bize göstermektedir. Bu dil İslâm’ın evrensel diliydi ve İslâm’ın her şart ve şartlarda yaşanılabileceğinin gösterilmesiydi.

Arap İslâmı, Türk İslâmı, Avrupa İslâmı vb. tabirler son dönemlerde kullanılan tabirlerdir. Bunlar dini olmaktan ziyade sosyolojik tanımlamalardır. İslâm’ın evrenselliği bir uygulamanın her yerde aynen uygulanmasından ziyade İslâmîhakikatin her zaman ve zeminde uygulanabilmesiyle ilgilidir. Mahalli şartların getirdikleri evrensel bir hakikat gibi herkese dayatılmaz” şeklinde cevap verir.

“IŞİD’in bayrağında Peygamber Mührünü” kullanmasının ve adına “İslâm Devleti” demesinin doğrudan İslâm’ı mağdur ettiğini” söyleyen M. Görmez “IŞİD’in bu sembolleri kullanmasının başka ülkelerde yer alan Müslümanlar için güvenlik riski oluşturuyor. Hem dışarıdan hem içeriden bu konunun en büyük mağduru İslâm’ın kendisidir” demektedir.

“İntihar eylemlerinin dinî hiçbir temeli yoktur” diyen M. Görmez “İslâm’ın insanlığa getirdiği en büyük erdemlerden birisi savaş hukukudur, savaş ahlâkıdır. Savaşta da olsa insanlar bir ahlâk ve hukuk çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Bu eylem türü zannediyorum ilk olarak Filistin’de ortaya çıktı. Bu, kapana sıkışmışlığın, çaresizliğin bir dışavurumuydu. Daha sonra meşrûiyet kazandırdıkları bir yönteme dönüştü. Ama durum ne olursa olsun masum insanları olumsuz şekilde etkileyecek bu metoda başvurmanın İslâmî temeli yoktur. Tamamen modern zamanın ortaya çıkardığı bir eylem modelidir” demektedir.

“İŞID ve benzeri radikal yapılara karşı ne yapılabilir?” sorusuna cevap olarak da DİB Mehmet Görmez şöyle demektedir: “Ölmek veya öldürmenin İslâm’ın kaideleri içerisinde olmadığını, İslâm’ın insana hayat vermeye geldiğini ve İslâm ile birlikte insana hayat vermek için gönderilen bir din olduğunu anlatmak, oradan başlamak gerekiyor. Bir de İslâm’ın insanın aklını yok sayan bir din olmadığını, bunları yok sayarak dinî metinleri bir kanun metnine dönüştürerek onları anlamanın murad-ı İlâhiye de aykırı olduğunu, Allah’ın insandan böyle bir şey istemediğini, anlatmak… Dindarlık nedir? Allah’ın yeryüzünde insanoğlunda murat ettiği şeyleri yapmaktır. O murat ettiği şeyleri siz dinî metinleri kendi bağlamından kopararak insanın aklını ve istidadını yok sayarak kendiniz yorumladığınızda veya birilerinin yorumunu esas alarak bunu tanzim etmeye kalkıştığınız Allah’ın muradına eremezsiniz derim.”

Ayrıca “Dini ve İslâm’ı çağımızı kuşatacak şekilde anlaşılmasına zemin hazırlamamız gerekir. İslâmî yapılar bu bağlamda kendilerini sorgulamalıdır. Çağın dilini kavrayarak bir anlatım tarzı, ancak İslâm’ı anlamada gelecek kuşakların idrakinde bir karşılık oluşturabilir. Buna uygun bir dili mutlaka keşfetmemiz gerekir” demektedir.

Manevî cihat iman-ı tahkikî kılıcı iledir

Farz-ı ayn olan cihadı Peygamberimiz (asm) ve Sahabileri Mekke döneminde Kur’ân ve iman hakikatlerini anlatarak ve her çeşit vasıta ile yayarak yapmışlardır. Bediüzzaman bu manevî cihadın benzerine bu zamanda büyük bir ihtiyaç olduğunu, “Asrımızın cihadı iman-ı tahkiki kılıcı ile olur.” ifadeleri ile açıklamıştır.
Cihad, insanlara baskı yapmak, zorlamak, hürriyetlerini elinden almak değildir. Cihad insanlara iman ve İslâm hakikatlerini ulaştırmak, Cehennem azabından kurtarmak, Allah’ın rızasını, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi kazandırmaktır. Bunun yolu da insanları öldürmekten değil, kazanmaktan geçer. Allah’ın en değerli varlığı insandır ve Allah insanı Cennete ve saadet-i ebediyeye çağırmaktadır. (Âl-i İmran Sûresi: 133.) Bu da nasihatle ve iman hakikatlerini kalplere ve gönüllere yerleştirmekle mümkündür. Bu sebeple Peygamberimiz (asm), “Din nasihattir.” (Müslim, İman, 95) buyurmuşlardır.

Nasihatin en güzel ve en geçerli olanı yazı ve kitapla yapılan şeklidir. Çünkü bunda kişi kitapla karşı karşıya kalır, öğrenme niyeti ile kitabı okur. Bu sebeple nasihat daha tesirli olur. Büyüklerden ve doğrudan kişilerden alınan nasihatlerde araya his, garaz ve başka sebepler karıştığı için nefis araya girer ve nasihati dinleyen kendini ve nefsini müdafaaya sevk edebilir. Peygamberimiz (asm), “Kıyamet günü âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından üstün ve ağır gelecektir.” (İbn-i Hacer, 4 : 427; Müsnedü’l-Firdevs, 5: 519; Feyzü’l-Kadir, 3: 301.) hadisi ile yazı ve kitapla yapılan cihadın daha değerli olduğunu anlatmıştır.

İslâm silâh zoru ile yayılmamıştır. Tebliğ ve irşad, nasihat ve ilim yolu ile yayılmıştır. Silâh münkir ve müşriklerin harici tecavüzatını def etmek için devletler tarafından yapılmıştır. Bütün bunları göz önüne alarak, Müslümanların önüne aydınlık bir yol açan zamanımızın en büyük mücahidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Peygamberimizin (asm) bu hadislerine dayanarak, “Bu zamanda cihad manevîdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 455.) hükmünü vermiştir.

VAZİFEMİZ MÜSBET HAREKET ETMEKTİR

Allah’a iman ve ibadet, takva ve cihad çok önemli dinî bir görevdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber götüren…” (Sözler, s. 711.); “Bu zamanda korkutmakla değil, muhabbet ve sevdirmekle…” (İçtimai Reçeteler, 2: 298.) İslâm’a hizmet edilebileceğini açıklayan bir mücahittir.

Bediüzzaman, “Cihad farz-ı kifaye iken, farz-ı ayn olmuştur.” (Hutbe-i Şamiye, s. 151.) buyurarak bu zamanda dini müdafaa ve dine hizmet için cihat vazifesini yapmanın farz-ı kifaye olmaktan çıkıp, her mü’mine farz-ı ayn hükmüne geçtiğini belirtir. Böylece bütün inananların bu cihada katılması gerektiğini söyler. Farz-ı ayn olan cihadı Peygamberimiz (asm) ve Sahabileri Mekke döneminde Kur’ân ve iman hakikatlerini anlatarak ve her çeşit vasıta ile yayarak yapmışlardır. Bediüzzaman bu manevî cihadın benzerine bu zamanda büyük bir ihtiyaç olduğunu, “Asrımızın cihadı iman-ı tahkiki kılıcı ile olur.” (Şuâlar, s. 243; Hutbe-i Şamiye, s. 41.) ifadeleri ile açıklamıştır.

Bediüzzaman, talebelerine verdiği son dersinde de, “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-ı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla şükürle mükellefiz… Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır… Biz bütün kuvvetimizle dâhilde asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 456.) demektedir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir.” diye en büyük cihad görevinin nefisle cihad olduğunu hatırlatır. Nefsi terbiye etmek, hayra ve iyiye yönlendirmek de, ancak Allah’a ve ahirete iman etmek, ahiret hedefine yönelmekle mümkündür. Bunu sağlayacak olan da elbette Kur’ân-ı Kerîm’deki iman hakikatlerini nefsimize hitap ederek okumak şeklindedir. İman güçlendikçe nefsimiz de ıslâh olacak, şerden kaçarak hayra yönelecektir. Toplumda da gerçek adalet ve hürriyet, nefislerini ıslâh etmiş insanların çoğalması ile sağlanacaktır.

Ülke içinde silâhlı mücadele cihad sayılmaz

Bediüzzaman’ın üzerinde ısrarla durduğu ve sosyal hayatı ilgilendiren iki önemli prensibi vardır. Birincisi asayişin korunması, ikincisi de müsbet hareket etmek, yani halkla, polisle ve askerle karşı karşıya gelmemek ve getirmemektir.

Bediüzzaman, “Hariçteki cihad başka, dâhildeki başkadır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 456.) buyurarak ülke içinde silâhla cihad olmayacağını ve bunun asayişi ihlâl ederek anarşiyi netice vereceğini söyler. Bediüzzaman’a göre dâhilde ülke içinde cihad ancak halkı irşat etmek ve toplumu çeşitli vasıtalarla eğitmek şeklindedir. Harici cihad ise düşmanın ülkeye saldırısı, yani dış tecavüze karşıdır. Bu da devlet eliyle yapılır. Bediüzzaman da Rusya’nın Anadolu’ya askerî müdahalesine karşı devletin yanında yer alarak talebeleri ile bizzat savaşa katılmış, mütecaviz düşman ordularına karşı gönüllü alay kumandanı olarak savaşmış ve esir düşmüştür.

Dünya devletlerinin hürriyet ve demokrasi içinde din ve vicdan hürriyetini esas alarak din ile savaşmayı terk etmesi üzerine Bediüzzaman, “Cihad-ı hariciyi şeriat-ı garranın elmas kılıçlarına havale edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64; Tarihçe-i Hayat, s. 52.) diyerek hariçte de cihadın manevî yönünü nazara vermiş, “Fen ve san’at silâhıyla ilâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakr ve ihtilâf-ı efkâra karşı cihat edeceğiz.” (age, 64.) diyerek fen ve san’at vasıtasıyla cehalet, fakirlik ve bölünmüşlük gibi gelişmemizi önleyen, bizi güçsüz bırakan sosyal hadiselerle manen cihad etmek gerektiğini ifade etmiştir.

Ülke içinde zulüm, haksızlık ve adaletsizlik gibi toplumu geren ve sosyal hadiselere sebebiyet veren uygulamalara karşı idarecileri ikaz etmek, hak ve adalet için mücadele etmek de bir çeşit cihaddır. Peygamberimiz (asm), “En üstün cihad, zalim sultana karşı çekinmeden hakkı söyleyendir. Gerçek âlim de bunu hakkıyla yapandır.” (Aclunî, Keşfü’l-Hafa, 1: 153.) buyurmuşlardır.

Bediüzzaman, Allah yolunda cihadın Müslümanların vazifesi olduğunu, (Emirdağ Lâhikası, s. 298.) bunun da zarurete ve yoksulluğa karşı sanata çalışmakla; ihtilâfa karşı ittifakla ve ittihatla; (İçtimaî Reçeteler, 2: 272-273.) fen ve san’at silâhı ile de cehalete karşı cihad etmeyi bu manevî cihadın (Emirdağ Lâhikası, s. 455.) gereği olarak görmüştür.

Sonuç:

Cihad, insanları öldürmek için yapılmaz. Zulmü ve tecavüzü önleyerek mütecavizlerin tecavüzünü def etmek; barışı, emniyeti ve adaleti sağlamak için yapılır. Cihadın gerçek amacı insanları kazanmak, öldürmeyi önlemektir. (Enfal Sûresi: 61-62; Nisa Sûresi: 90; Tövbe Sûresi: 6.)

İslâm hukukuna göre bir kâfir küfründen dolayı öldürülmez. Zulüm ve tecavüzünden dolayı ölümü hak ederse öldürülür. (Mevdudî, Cihad, 322.) Aynı hüküm baği, yani isyan ve tecavüz eden, zalim Müslüman için de geçerlidir. Bir Müslüman cana ve namusa tecavüz ederse; yol keser, isyan eder anarşi çıkarırsa, diğer suçlular gibi ceza görür. (Reddü’l-Muhtar, 2: 273.)

Nitekim yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîim’de, “Kendilerine savaş açılan mü’minlere, zulme uğramaları sebebi ile savaş izni verildi.” (Hac Sûresi: 39-40; Bakara Sûresi: 190-191.) buyurarak savaşın niçin emredildiğini açıkça belirtmişlerdir. Haksız yere bir insanı öldürmeyi ise bütün insanları öldürmekle eşdeğer büyük günah olarak ifade etmiştir.” (Maide Sûresi: 34.) bunun için devlet savaş esnasında bile bir ferdin hakkını korumayı amaç edinmeli ve bunu yaparken bir tek bireyi bile incitmemeye özen göstermelidir.

İstifade edilen kaynaklar:

1. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, Terc: çev. Doç. Dr. Abdülkadir Şener, Ankara- 1968.
2. Muhammed Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhî Mezhepler Tarihi, çev. Doç. Dr. Abdülkadir Şener, Ankara- 1968.
3. Ahmed Saim Kılavuz, İman ve Küfür Sınırı, İstanbul-1990.
4. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul-2005.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, İstanbul- 2005.
6. Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, İstanbul-1296.
7. Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İslâm Ansiklopedisi, 13: 266.
8. Dr. Vehbi Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara-2000.
9. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, 12 Cilt, İstanbul-1825.
10. Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire -1377/1957.
11. Ahmet Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Ankara -1976.
12. Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul – 1987.
13. Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, “Vehhabilik” Maddesi.
14. İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelâm, İstanbul – 1339/1341.
15. Neşet Çağatay- İ. Agah Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara- 1976.
16. Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, İstanbul – 2011.
17. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul – 2011.
18. Ebubekir Sifil – Selefilik
19. On5Yirmi5 – IŞİD’in beslendiği Selefi düşünce nedir?
20. RusenCakir.com – Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’le Selefilik, IŞİD ve Türkiye üzerine söyleşi
21. MehmetKirkinci.com – Vehhabilik Nedir?
22. Wikipedia – Irak ve Şam İslam Devleti
23. Sorularla İslamiyet – Vehhabilik

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*