Sevgilinin rıhletinin üzerinden tam bir karn¹ geçmiş…

Bir Nevruz sabahında, aramızdan uçup yükselişinin ardından, tam altmış yıl geçmiş.

Ne kadar da uzun bir zaman, değil mi? Seyda’nın firkat gecesinde doğanların saçlarındaki alevleri görenler, belî Sultanım, diyorlar. Sultanın Halilürrahman Dergâhı’ndan “Dergâhlar Dergâhına” uçarak yükselişine şahit olan Urfalıların çoğunun bu dünyadan ayrılmış olmaları, vaktin haylice geçtiğinin şahitleri değil mi?

Kur’ân ve iman dâvâsını ahir zamanda yüklenmenin meşakkatini, Üstadı İmam-ı Ali (ra) Eskişehir Zindanı’nda kulağına fısıldamıştı. Kendisinin ve Al-i Beyti’nin başına gelmiş mezalimin, ciğersûz hadiselerin ve vefasızlıkların hikâyelerini de orada anlatmıştı. Anlatmakla kalmamış; Mecmuatü’l Ahzab’ın 582. sayfasından 597. ye kadar yer alan “Ercuzesinde” ve ilk anda nazara görünmeyen “Celcelutiye” kasidesinde yerlerini göstermişti. Bu tatlı hikâyeleri ışık ışık, Lem’a Lem’a Üstadlarından işitmiş talebeleri, düşmanlarının onu artık rahat bırakacağını zannetmişlerdi. Onun lehine sevinenleri de olmuştu. Hâlbuki o, ne kendisinin ve ne de kendisiyle Kur’ân ve iman dâvâsına gönül vermişlerin “kıyamet saatine” kadar kuşatma ve muhasaradan asla kurtulamayacaklarını, kaç defa açık veya kapalıca söylemişti.

Öyle olmadı mı? Onun ardı sıra elli senedir kuşatmanın kalkacağını bekleyenler, her sabah yeni bir ceng ile karşılaşmadılar mı? Zaman ilerleyip mevsimler değiştikçe, mücahedenin rengi ve üslûbu da değişti. Ahir zamanın ”imansız ve emansız düşmanları” önce Kur’ân hakikatlerinin yazılmasını engellemeye çalıştılar. İmam-ı Ali’nin verdiği strateji ile Risale-i Nur’un sesi Türkiye’nin dört bir yanında yankılanınca, deccaliyet-süfyaniyet ittifakı dehşete düşmüştü. Ardından Kur’ân’ın zamanımızın eteklerinde yankılanan tarrakası Vatikan-Roma’dan, Berlin’den ve Washington’dan gelince, metotlarını değiştirerek bu defa “neşrini” engellemek üzere ittifaklara gittiler. Tam çeyrek asır boyunca matbaalara, yayınevlerine ve kitapçılara gözcüler koydular. Ve nihayet Kemalist cuntanın adalet bakanı, işgal altındaki millet meclisinde “mağlûbiyetlerini” ilân etmek zorunda kalmıştı. Ve işte bildiğiniz üzere… Tezgâhlar altında saklanılan “kırmızı eserleri” on sene önceye kadar tabeden yayınevlerinin sayısı elliye dayanmıştı. Çoğu Nur Talebeleri bu geçici aralığı kalıcı zannettiler ve bayrama koyuldular. Muhasaranın kalktığını ve kıyamet öncesinin “güzel günlerinin” geldiğini sevdiklerine anlattılar. Kuzularla kurtların, çok yakın bir zamanda yaylaya birlikte çıkacağını söyleyenler bile oldu.

Yukarda arz ettiğimiz üzere, İmam-ı Ali(ra) Seyda’ya bundan bahsetseydi, o da sevgili talebelerine anlatacaktı, elbette. O, imtihanın zamana, mevsimlere, kuşaklara, gelişen teknolojilere ve rehavete kapılacak talebelerinin hallerine göre elvan elvan değişeceğini söylemişti. Teyakkuzda kalmamızı, siperlerimizi asla terk etmememizi, kimliklerimize sıkı sıkı sarılmamızı ve gelmekte olan yeni imtihana hazır olmamızı salık vermişti.

Her bir Nur dersinin bir konferans niteliğine dönüşmesinin, millî veya mahallî mülkî erkânın o dersleri takibinin bir netice olarak değerlendirilmesinin, fakirulhal Nurcuların artık dershanelerine sadâkalarını verememesinin ve hayatlarını Nur’a vakfetmiş kahramanlarının ”millet vitrinlerinde” teşhir edilmesinin; imtihanımızın yeni bir dönemeci olduğunu Seyda, talebelerine mutlaka söylemiştir.

Efendimiz (asm) İmam-ı Ali’ye (ra) diyor ki; ben Kur’ân’ın tenzili için harp ettim, sen de tevili için harb edeceksin. Teşbihi hakikate karıştıracak değil, Nur Talebeleri. Kur’ân’ın bu zamandaki harika tefsiri olan Risale-i Nur’a “dünya çapında” kabul ve alkışların yükseldiği bir zamanda, imtihanımız da yeni bir şekle bürünüyor, değil mi? Ahirzamandaki imansız ve emansız düşmanımız sözünü, bazı safi kalpli dostların lisanına dökmeye çalışıyor. “Risale-i Nur’un çok değerli bir eser ve Said Nursî’nin de tartışılmaz bir âlim olduğunu kabul ediyoruz. Fakat şu Nurcular var ya, işte problem onlar. Onların söylediklerini de, yaptıklarını da ve yazdıklarını da asla kabul edemeyiz”, diyorlar… Sebebini sorduğunuzda, öyle çerçöpten şeyler konuşuluyor ki, ancak Risale-i Nurlar’ı okuyamamış ve Bediüzzaman’ı yakından tanıyamamışların kafalarını karıştıracak nitelikte şeyler…

Altmış küsur sene sonra… Seyda’nın ardı sıra bıraktığı Kur ‘ânî hakikatlerle, Sünnet-i Seniyyeyi aynen yaşamış hayatıyla insaniyet düşmanlarına karşı Nur Talebelerinin ortak bir şahs-ı manevî çıkarmalarından başka bir yolun kalmadığını, düşmanın şahs-ı manevilere bürünerek harim-i ismetimize girmesi ve ciğerparelerimizi Moğollar gibi gözlerimizin içine baka baka kaçırmaları artık göstermiş olmalı. Ne Nur Talebelerinin, ne ehl-i imanın, ne de aynı Allah’a inandığımızı ilân eden Hıristiyanların yalnız başlarına bu zamanın deccallerine, süfyanlarına, Çingizlerine ve Hülagularına karşı durma şanslarının olmadığını bu vesile ile tekrar ilân etmiş olalım.

1) İnsanların ortalama ömrü olan altmış sene…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*