Sevmek yürek ister

İlk gençlik yılları… Yokuş yukarı tırmandığımız zorlu günler… Göğsümüzde çarpan o şeyin sadece bir et parçası olmadığını fark ettiğimiz heyecan dolu anlar… Varlıklardan Allah’a doğru geçişin çetin sınavı…

Duygularımızla nasıl baş edeceğimizi bilemediğimiz ve sürekli içine doğru çekildiğimiz bir anafor bu…

Kimsenin uyardığı yok tabiî.

“Kalbin varsa seveceksin.” diyen çok. “Kimi? Neyi? Neden?” sorularına doğru dürüst cevap veren yok. Sevmek yürek ister, diyen yok. Takıldık deli gönlün peşine, gidiyoruz işte…

Her şeyin bir ölçüsü, bir sınırı vardır; sevmenin yok mu? Her şeyin bir helâli, bir haramı vardır; aşkın yok mu? Ne okuduğumuz kitaplarda ve romanlarda, ne de seyrettiğimiz filmlerde pek izine rastlamadık.

Önüne ne koyulsa silip süpüren ile önüne çıkanı sevenin birbirinden pek farkı yok. Birinin mide fesadından başı derttedir, diğeri de söz dinlemeyen gönlünden şikâyetçidir…

Sıkıntı da zaten burada. İnsanın öyle bir duygusu var ki; ölçüyü ve sınırı aştı mı, derhal bildiriyor ona. Vicdan denen o hassas terazi, devreye giriyor hemen. Ama kalp yine baskın çıkıyor… Aşkın peşinden sürüklenip, gidiyor ve yitiyor insan…

Akılla vicdan, kalple sevgi arasında insan. At mı götürüyor, yoksa binicisi mi? Belli değil iplerin kimin elinde olduğu…

Nefsin, şehvetin, daha pek çok duyguların gıdalandığı, şeytanın da epey malzeme topladığı ve inanılmaz kayıpların ve acıların yaşandığı bir dünyanın içindeyizdir o an.

Karşı cinse karşı duyduğumuz o tertemiz ve masum duyguların kendi içimizde, pek kimseye açılmadan, korka korka ama engel olunamadan yaşandığı o ilk dönem… Bu dönem, pembe – beyaz baharlar gibidir… Hayatımızda yaşadığımızı hissettiğimiz böyle anlar belki de çok azdır.

Vücudunun hemen her yerinin gücünü, dayanıklılığını deneyebilir, ölçebilir insan. Yorulunca durur, acıkınca yiyebilir. Bir sınırı vardır her şeyin. Peki, sevmenin bir kuralı, bir sınırı yok mudur? Nerede başlayıp, nerede bitmelidir? Aşk denilen bu şiddetli ve karşı konulmaz duygunun peşinden insan nereye kadar gitmeli ve nerede durmalıdır?

Bir şeyler söyleyen yok tabiî. Öyle olunca kalbimiz, Rabbimiz ile sevdiklerimiz arasında sıkışıp kalıyor. İçimizdeki yangının ne olduğunu, hiç kimse görmedi, bilemedi o yıllarda. Rabbimiz hariç… Sadece O bilebilirdi zaten…

Sevgisiz yürekler, tık diye durmuş saatlere benzer. Bir de ‘ha’ demeden hayran olan, her şeye el atan, gördüğüne âşık, görmediğine bulaşık bir yanımız da çeker, sürükler bizi.

Sevmenin de bir ölçüsü var mı? Helâli – haramı var mı? Ne kitaplarda, ne de romanlarda bulamadık. Filmlerde de cevabı yoktu. Şarkılar, türküler mi dediniz? Tuzlu bir denizdi, geçiniz.. İçtikçe susatan tuzlu bir deniz… Susuzluğumuzu gideremedi hiçbir şey…

Ne kadar şaşkındır bu durumdaki bir gencin yüreği. Doğru ile yanlış arasında mekik dokur. Sorular kemirir içini. Sevmenin de bir ölçüsü, helâli – haramı var mıdır? Yoksa aşk başa bir belâ mıdır?

Kimsenin hâlimize bakıp, aldırdığı yok tabiî. Hâlden anlayan anneyi ya da babayı, gönlünün açılabileceği, derdini dillendireceği bir ağabeyi, bir ablayı ya da bir yakın dostu çok arar insan o sıralar.

Ruhumuza yabancı birtakım sesler, “Bu kalp senin değil mi? İstediğini seveceksin.” derler. “Bu hayat senin değil mi? İstediğin gibi yaşayacaksın. Hayatına hiç kimse karışamaz…” derler. Birtakım aklıevveller, nefsimizi coşturtan nice kem sözler söylerler. Buldular ya bir garip şaşkını, hırpalayıp dururlar aşkını.

O yıllarda bu gelgitleri sanırım hepimiz yaşadık. Ve karşımıza adam gibi bir adam çıkıp da bu duyguların niçin verildiğini, bunları nerede ve nasıl kullanmamız gerektiğini maalesef söylemedi bize. Yalnızdık… Bir rehber yoktu, bir yol gösterici bulamadık. Delicesine sevdik, duygularımızın peşinden sürüklendik. Aşklara, dahası kara sevdalara tutulduk. Yediğimizi, içtiğimizi unuttuk. Günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğinden habersiz yaşadık. Arşınladığımız sokakların sayısını da unuttuk. Biz de geçtik o yollardan, biz de yaşadık o duyguları.

Hani bir şarkı vardı, hatırlarsınız:

“Biz de tozpembe görürdük dünyayı on sekiz yaşımızda.” Evet, tam da böyleydik işte.

Efsunlu, cazibeli bir ortam bu. Yolu aşka uğramayan, kalbi sevgiden geçmeyen bilemez. Her şey hem bellidir, hem de perdelidir.

Göz önündekini görmek kadar, zor bir şey yoktur.

Çok duyarız: “Sen hayatında hiç âşık oldun mu? Hiçbirini sevdin mi?” diye sormaları, soruşturmaları. Bilinçaltına kazınır bu telkinler. Bir gün denemeye bile kalkarız. “Eh, madem yürek var, sevelim bari.” deriz.

Aşk, kaçırılmaması gereken fırsata dönüşür birden. Hatalar zincirleme gider.

Kolay değil! Sevmek yürek ister.

Kıyısından köşesinden aşkı tatmadan yine duramaz insan. Elimizi değdirmekle kalsak iyi. Elini veren, kolunu kaptırır. Aşk bir deli rüzgârdır. Bir dev dalgadır aşk; insanı içine çeker, götürür. Garip bir şey. Seven de memnun görünür. Dilinden içli bir şarkı dökülür:

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime…”

***

Kalbin gıdası sevmekledir. Ama kimi ve neyi?

Gençlerin elinde, aşkın çekim gücüne karşı koyacak ve duygularını frenleyecek güçleri de yoktur o yıllar. Kimseye söylemeden, uzaktan uzağa ve kalpten sevmek, belki de en doğrusu ve duyguların en masumudur. Yaklaştıkça, sevdiğini yakından tanıdıkça, aşkın içine aşktan başka her şey girince, sırrı bozulur, tadı kaçar aşkın…

Kalbimiz bir şeylerin yanlış gittiğini hisseder, ama ne olduğunu da tam anlayamaz. Vicdanın ilk uyarısı kalbe ulaşır: “Sevmenin sınırı buraya kadardır. Dikkat et, tehlikeli bölgedesin.”

“Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” (Mesnevî-i Nuriye, Zühre, 148)

Bu ifadeleri Bediüzzaman Hazretleri’nin Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde ilk okuduğumda, “İşte aradığımı buldum” demiştim. Sonra; ‘Asa-yı Musa’ ve ‘Gençlik Rehberi’ yetişecekti imdadıma. Hele Gençlik Rehberi’ndeki o cümle:

“Haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer.” diyordu ya, yetiyordu. Bir rehberim, bir pusulam vardı artık elimde.

Seksen yılı aşkın ömrü boyunca hiç evlenmemiş bir insan, bize kalbimizi ve sevgimizi anlatıyordu. Dostça ve arkadaşça bizi, bize anlatıyordu. “Sizi anlıyorum” diyordu, “Yaşadıklarınıza saygı duyuyorum. Duygularınızı yakından tanıyorum. Sizi yaratanın, sizi çok iyi bilen ve tanıyanın ölçüleriyle size bakıyorum. Kırık aynalarda bütün aramıyorum. Yaratanın gösterdiği o muhteşem bütünlük içerisinde… Sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum. İzninizle dünyanıza misafir olabilir miyim?” diyordu adeta. Ve biz de, bu ruhu genç insana kalbimizin kapılarını çekinmeden açıyorduk. Çünkü:

“Kim olursa olsun, bütün gençlere karşı daima kardeş nazarıyla bakıyorum.” (Emirdağ L., 411) diyordu bu zat. Bizi tanımadan, dinlemeden hüküm vermiyordu. Arkadaş dediğin, dost dediğin böyle olurdu… Bediüzzaman Hazretleri, kalbimizin sırlarını biliyordu ve önüne bir süzgeç koyuyordu: “Sevginiz Allah için olmalı ve onu şöyle şöyle kullanmalısınız” diyordu. Otuz İkinci Söz, Gençlik Rehberi, Üçüncü Lem’a ile sevginin Allah için olması gerektiği yolunda o kadar güzel dersler veriyor ve açılımlar sunuyordu ki, hayran kalıyorduk, huzur buluyorduk. Duygularımız sakinleşiyordu. Deli akan su, yatağını buluyordu. Herkesin farklı bir sebebi olur Risâleleri okumak ya da Bediüzzaman’ı sevmek için. Bu duyguları yoğun yaşadığımız yıllarda bizi bilen ve gerçekten anlayan tek insan oydu. Yaralı kalplerimize devayı onda bulduk.

Kaçırmıyor, ürkütmüyor, korkutmuyordu Bediüzzaman. Kur’ân’a mahsus hikmetli ve şefkatli bir yol bulmuştu. Bu asrın biz çılgın gençlerine, kalbinin peşine takılmış, doludizgin gidenlere dostça, arkadaşça el uzatıyordu. “Gelin” diyordu. “Kaçmayın, uzaklaşmayın. Sizi biliyorum, anlıyorum ve her hâlükârda sizinle beraberim.” diyordu adeta. Allah’ı öyle seviyor ve sevdiriyordu ki, mest oluyorduk. Sevilmesi gerekenleri ise kalbimizde yerli yerine koyuyordu. Sevginin ne denli yüce bir erdem olduğunu bize bir bir anlatıyordu.

***

Hayatımda ilk defa kalbimin olduğunun farkına vardığım birkaç yer vardır. Biri de Nurlarla tanıştığım o andır. Bu ânı ve bu duyguları yıllar sonra tekrar hatırlamak ve yaşamak ne güzel…

Bizi bu çılgın ortamda yalnız bırakmayan, anlayan ve duygularımızı cevapsız bırakmayan Üstadımıza vefa borcumuz var.

Rabbim izin verirse bu konuya devam edeceğiz İnşallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*