Şiddetli Zuhur, Gölgelenmekle Görülür

“Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiye’nin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için, Nakkaş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir; fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibâriyeyi değiştirmekle maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibâriye ve teşahhusât-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fânî oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri muhâfaza olunup, sabit ve bâkî kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin hakikatçe aynılarıdır; yalnız teşahhusât-ı itibâriyede fark var. Fakat, o itibârî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusâtla onların yerine geldiler.”

Varlığın melekût boyutu, esma yüzü sınırlardan, zaman ve mekanda anlam kazanan özelliklerden uzaktır. Her şeyin aslının ve özünün, İmam-ı Mübin’deki şeklinin manalar olduğunu ifade etmiştik. Bu boyuttaki özellikler sınırlardan, büyük-küçük, sert-yumuşak, hızlı-yavaş gibi varlık alemini şekillendiren pek çok sıfattan uzak ve soyuttur. Bu soyutluk, gerçeklikten uzaklık şeklinde anlaşılmamalıdır. Bilakis asıl hakikat, gerçekliğin ta kendisi olan manaların, yani esmanın sınırlardan ve arızi özelliklerden sıyrılmış ifade şekli olarak algılanmalıdır. Eflatun’daki “idealar dünyası”, ortaçağın “tümeller” tartışması da bu alemin arayışından kaynaklanan ifadeler olmalıdır. Paul Foulquie’nin “Varoluşçunun Varoluşu” isimli eserinin 18. sayfasında, “Augustinusçu Özcülük” başlıklı bölüm yine bu türden bir arayışın ifadesi olarak ilginçtir:

“Eflatun felsefesi bizim görüşlerimizden çok uzaklaşmış gibi görünüyor bize. Yaratıcısının efsaneye büründüğü düşünceyi bize yaklaştırmak için ermiş Augustinus’un onu açık bir deyişle anlatması ve bazı küçük değişiklikler yapması yeterli olacaktır. Düşün evreni, özler dünyası, bizim kelam (le Verbe) adını verdiğimiz Tanrısal ruh ile karışmaktadır.

“Ermiş Augustinus-Ermiş Yohanna’nın da dediği gibi, ermiş Augistinus’un getirdiği yeniliğe göre, özler Tanrı’da bulunurlar: ‘Yaratılmış olan her şey anda yaşandı.’ Başka bir deyişle düşün olarak var idi; tıpkı bir mobilyanın planının marangozun kafasında bulunduğu gibi.

“Bu yüzden var olan her şey, Tanrı’nın fikirlerinin (ideler) katılmaları ile var olurlar; Tanrı da bütün gerçekliğin kaynağıdır. Öyle ise, bizim üzerinde durup düşündüğümüz yaratıklarda gördüklerimiz, Kelam’ın (le Verbe) kendisinden başka bir şey değildir: Onların güzellikleri, onun güzelliğinin bir izi; azametleri azametinin bir belirtisi; değişiklikleri, sonsuzluğun bir görünümüdür. Dünya, bizi Tanrı’dan ayıran bir duvar değil, bizim küçüklüğümüzle onun sonsuz yüceliği arasında kurulmuş bir köprüdür.”

Augustinus pek harika bir şekilde melekûtu ve esmayı tarif etmiş ve semavi bir dinin etkisi altında olmanın sağladığı geniş bakış açısını ifadelerinde ortaya koymuştur. Hele “değişiklikleri, sonsuzluğun bir görünümüdür.” ifadesi zerrelerin vazifeleri ile ilgili olarak ortaya koymaya çalıştığımız soyut, sonsuz, sınırsız özler aleminin sınırlı bir aleme ancak sürekli ve iç içe değişimlerle sağdırılabileceği hakikati ile tam uyuşmaktadır. Bu, daha önce ifade ettiğimiz sınırsız, sonsuz, şekilsiz, külli manaların şuur sahiplerinin sınırlı idrakinde ve onların idrakine uygun sınırlı şekillerle ifadesi için zerrelere sürekli bir değişim, başkalaşım, titreşim vazifesinin verildiği ifadesine çok yakındır. Bu bakış ile mülk alemi; melekûtun ifade edildiği bir hitaba, kainat; külli manaların harfi manalar olan varlıklarla ifade edildiği bir kitaba dönüşür Augustinus’un: “Dünya, bizi Tanrı’dan ayıran bir duvar değil, bizim küçüklüğümüzle onun sonsuz yüceliği arasında kurulmuş bir köprüdür.” cümlesi de sonsuz yüceliğin küçüklüklerle küçüklere, küllün cüzlere cüzlerle ifadesi için varlıklar aleminin bir aracı olduğunu ifade etmekle, Risale-i Nur’un ve onun Kur’an’dan naklettiklerinin duruş yerine çok yakındır.

Bu manalar, Kur’an’dan istifadenin ayrıcalığı ve mükemmelliği ile, “nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maanileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için Nakkaş-ı Ezeli zerratı kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” cümlesinde toplanmıştır. Bu hal, güneşin varlıklarda yansımasına benzer. Görüntüye zemin olan renklerin aslı, özü, nuru olan ışık güneşte tevhid olmuş ve bizim alemimizde mülk ve melekut arasındaki bağlantıyı idrakin zemini olmuştur. Renkler güneşin ışığında asıl, öz, hepsinin gerçekliği şeklinde toplanmışken, varlıklar kendi kabiliyetlerine göre, onun bir rengini yansıtırlar. Yedi renk ve bunların koyu/açık tonları tek tek varlıkla da onların güneş ışığını göze yansıtma frekansına göre oraya çıkar, Hiçbir şey yansıtmayanlar siyah, karanlık gözüktüğü gibi, kendinden bir şey katmadan şeffafiyetle yansıtanlar, güneşin küçük bir numunesini ve renklerin tamamının mezcolmuş şekilde gösterirler. Kendinden özellikler katmak teşahhusatın, letafetle silinerek kendinden olabildiğince az özellik katmak şeffafiyetin ifadesidir. Gece karanlıkta bütünüyle kaybolan varlıklar alemi, gündüz güneşin doğuşu ile adeta güneşin onda mezcolmuş şekilde bulunan renklerinin yansıdığı, farklı özelliklerin farklı renkleri farlı parlaklıkta yansıttığı bir ayineye dönüşür. Her varlık, -çiçekler, kelebekler vs.- sanki kendi renklerini, kendi özelliklerini yansıtıyor gibidir. Oysa güneşin yedi renginden altısını gölgeleyip birini ya da kabiliyetine göre birkaçını gölgeleyip bir kaçını yansıtmaktadır. Yansıyanların hiçbiri güneşin aslı, kendi olmaz; en şeffaf, en parlak ayinedeki bile güneşin bütün özelliklerini temsil edemez, güneş olamaz. İşte nurani, latif, her şeyin teklikte mezcolduğu melekût aleminin mülkte yansımasında da benzer bir durum vardır. Güneşin ışığında gizli olan kelebek görüntüsünün gözde oluşabilmesi için kelebek sınırlılığı içinde yansıması gerektiği gibi, sonsuz, sınırsız esmanın şuur sahiplerinde bir ifade oluşturabilmesi için varlıkların sınırlılığı içinde ifade edilmesi gerekli olmaktadır. Sonsuz esmanın sınırlı varlıklarla ifade edilebilmesi sürekli, içiçe ve çok kısa zaman dilimlerinde tekrarlarla ancak mümkün olabilmektedir.

Bu noktada şiddet-i zuhurundan gizlenmiş güzelliklerin sınırlı, arızi ve itibari varlıklarca gölgelenmesi ile görünür hale gelmesi gibi muhteşem bir çelişki içinde yaşanan harika bir hal vardır. Mezcolmuş yedi rengin sadece birini yansıtıp, diğerlerini arıziliği ile gölgeleyen ve gözün sınırlılığında görmeye mahkum olanların görebileceği hale getiren varlıklar gibi eşya, esmanın bir kısmına gölge olmakla bir kısmını görünür, belirgin hale getirir. Bu kullara göre bir belirginleşme mutlak anlamda olmayan farazi, itibari bir taayyün olarak gözlenir. Renklerin varlıklara dağılımı misali esma, bütünde hepsi gözükecek şekilde eşyaya dağılır. Bu dağılımla arızi, itibari, sınırlı nazarlara görünür hale gelir. “Taayyünat-ı itibariye” böyle bir durum olsa gerektir. Bu gölgelemekle açığa çıkarmak, gölge şuurlarda belirginleştirmek, yani taayyünat neticesinde; varlıkların “kendi”lik ya da “ben”lik kavramlarını ifadeleri ortaya çıkar. Asıl gölge de bu kavramlar olmalıdır. Gölgelemekle ya da yalnızca belirli isimleri ön plana çıkaracak bir hal sergilemekle, bütün varlıklar bir tür kişilik kazanır. Yansıttıkları miktarda esma, büyük bir kısmının gölgelendiği göz ardı edilip, onlardan yansıyan kısım şeklinde algılandığında, özellikler “kendi”lerine aitmiş gibi gözükür. Her bir varlığın ve varlıkların tümünün bu tarz bir kişilik kazanması, şahsilik hali sergilemesi de “teşahhusat” şeklinde algılanabilir. Bu hal ise varlık mertebelerine göre mülk boyutunun kendi içindeki kriterine göre derece derecedir. Her bir mertebede farklı süre kalmak üzere, bu “teşahhusat” hali geçicidir. Zerrede anlık, güneşte asırlık bir teşahhusat gözlenir. Hikmet gereği melekûtun ve esmanın zuhurundaki, ortaya çıkışındaki şiddeti göremeyen idrak sahiplerine, Zat-ı Zülcelal’i anlatmak için, -güneşe baktığında gözü kamaşanlara renklerle onun anlatılması gibi- varlıklardaki bu taayyünat ve teşahhusat şarttır. Aciz, nakıs, arız, farazi ve itibari varlık boyutundaki kullar, mezcolmuş renkleri ışık şeklinde nuraniyete mazhar halinde göremedikleri gibi, esmayı melekutta idrak edemezler. O yüzden mülkteki bu ayrıştırılmış ve dağıtılmış yansımalar şeklindeki ifadelerle irdak edip, sonra mülkün katılığından sıyrılmaları gerekmektedir.

“Taayyünat-ı itibariye”nin ardından ortaya çıkan “teşahhusat-ı muvakkate” ile de anlatımda bir genişleme sağlanmış olur. “Teşahhusat” cinsleri, türleri ferdileştirerek, ortaya çıkan farklarla, farklı manaların zemini olur. Bu teşahhusatın geçici olması ile de her ferdin çizdiği hatlarda neşv-ü nema, değişim, başkalaşım, gelişim gibi hakikatlerle her ferdin hayat çizgisinde ifade edilen manalar çoğalır. Hele hayat ve ruh sahiplerinde bu çizgiye, ömür satırına sayısız akıl almaz manalar sığdırılır. Sadece şu yazıyı okuduğunuz süre içinde bile gözlerinizdeki, bedeninizdeki, aklınızdaki, ruhumuzdaki, idrakinizdeki ve duygularınızdaki değişimleri ve bu değişimlerin oluşabilmesi için bedeninizdeki hormonların, elektroliflerin, nöronların ve daha pek çok unsurun karmakarışık reaksiyonlarını bir düşündüğünüzde, ruhun az bir zamana ne kadar çok mana sığdırmanın zemini olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz.

İmam-ı Mübin, her şeyin aslını, özünü kuşatan manalar alemidir. Yani her şeyin aslı manalardır. Bu esma-i İlahiye’yi ifade eden manalar da, -esma mutlak olduğu için- mutlaktırlar. Yani bir sınır, şekil, zaman ve mekan içinde ifade edilemezler. Ancak bunların ifade edileceği, dolayısı ile cemal ve kemalin gösterileceği idrakler ve ifade edilecek alan sınırı ve manalara nisbeten “küçük bir sayfa” gibidir. Varlıklar alemi, İmam-ı Mübin’deki külli manaların ifade alanı olan sayfa konumundadır. Her bir hal, her bir duruş, her bir ses, her bir bakış, her bir kıpırdanış… kısacası kainatta değişim, başkalaşım adına ortaya çıkan her şey, farklı bir mana ifade eder. Külli manaları cüz’i aleme sığdırmak için akıl almaz sıklıkta değişimler ve başkalaşımlar olur. Zerrelerde her an tazelenme, bu tazelenme içinde bir yerden başka bir yere, bir varlıktan diğerine süratle geçişler gözlenir. Karmaşa gibi görülen bu hızlı değişimler, manaların küçük sayfada ifade edilebilmesi için silinip tekrar yazılması ve kalem ucunun sayfanın her yerine dar bir zaman aralığında ulaşabilmesi telaşının tezahürü olan aceleci tavırdan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu hal, esmanın -süratle akan bir nehirdeki damlacıklar üzerinde sabit, daimi ve kalıcı güneşin aksi misali- zerratın zaman nehrinde akmasıyla sürekli tazelenmesine benzer. Akıcı nehirde yansıyan güneş sabit olduğu için, onu yansıtan damlacıklar da sabitmiş gibi algılanır. Oysa, yansıtan damlacıklar sürekli yenilenmekte ve her yeni yansımada farklı manalar hasıl olmaktadır. Varlık aleminde de benzer bir şekilde, sabit olan esmayı yansıtan varlıklarda bir süreklilik, kalıcılık, sabitlik gözlense bile, geri planındaki zerreler aleminde her an bir tazelenme vardır. İbda boyutundaki bu anlık yenilenmeler ile inşa boyutundaki ruh ve hayatı şekillendiren yenilenmeler, bu kavramların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, “makro boyutta”ki değişimleri de gösterir. Yağmur yağar, kelebekler uçar, güneş doğar, sosyal yaşantının koşuşturmacaları devam eder, savaşlar olur, asırlar başkalaşır, kainatın oluşumu ile ilgili değişim tezleri ortaya konur, Bütün bunlar şuur sahiplerinin ruhlarında makes bulup şiirlere, romanlara, resimlere, türlü türlü sanatlara dönüşür. Algılarla, şuur sahiplerinin ruhlarında manalara dönüşür. O ruhlara ulaşmayanlar, “nazar-ı dekaikaşina” olan her türlü inceliği kuşatan külli bakıştan uzak kalamazlar, onlar da manaya dönüşürler. Gölgelemekle, değişimle, arızilikle ve acziyetle içiçe olan mülk geçicidir, değişir, her an tazelenir, itibari ve farazi bir haldedir. Elle tutulur, gözle görülür bir temel yapı taşı arayan fizikçilerin mikro alemde karşılaştıkları karışık, şekilsiz, soyut, ele avuca gelmez, kuşatılamaz bir dünya ile karşılaşmaları da bu hali doğruluyor olmalıdır. Mülkün faraziliği, sabit, kalıcı ve daimi olmadığı, bu alemde daha net görülür. Bu ele avuca sığmayan zerreler bir an-ı seyyalede çok çok küçük zaman dilimlerinde. Bir an görüntüyü yansıtıp hemen kaybolurlar. Bu anlık değişimler, başkalaşımlar zerreler boyutunda varlığı makro boyuttaki gibi kuşatmamıza engel olur, adeta orası hayal alemi gibidir. Makro boyutun kuşatabildiğimiz idrak edebildiğimiz görünümleri ise bu bize hayali, kuşatılması imkansız gözüken temel üzerine bina edilmiştir. Mülkün, varlığın, eşyanın özünde sabitlik, devamlılık, kararlılık ve beka görülmemektedir. Aslolan, kalıcı ve baki olan nihai mahsulat ise manalardır. Bu yüzden zerrelerde ve bütün mahlukatta olabildiğince çok sayıda manaya mazhar olma telaşını hissettiren bir meyil olarak değişimler, başkalaşımlar gözlenir. Merkezi bir konumu olan insanın telaşı ise, daha fazla manaya muhatabiyet olmalıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*