Sinek kanadı kadar bir yazı

Bir internet sitesinde geçen bir haber: “Sinek kanadındaki prizma”. Haberin muhtevasında sinek kanadıyla ilgili bir bilimsel araştırma ve sonuçları nazara verilmiş.

Özetle sineklerin şeffaf ve basit görünen kanatlarının aslında hiç de öyle olmadığını ve o incecik kanatlara ince bir san’atın daha yerleştirilmiş olduğunu keşfetmişler.

“Sinek ve bazı arı türlerinin kanatları iki şeffaf kitin tabakasından meydana geliyor. Hansson [araştırmacılardan biri], uygun ışık şartları sağlandığında her iki tabakadan seken ışınların karışarak, sabun köpüğündekine benzer bir renk şöleni sunduklarını belirtiyor.”

Sinek kanadında henüz yeni keşfedilen bu san’at zihnimi hemen o san’atın San’atkârını bizlere tanıtan Risâle’nin satırlarına götürdü. Niye mi? O kadar çok yerde sineklerden ve daha da ilginci kanatlarından bahsediyordu ki Nurlar…

Meselâ; 25. Söz’de geçen bu cümleye bakalım: “Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvat kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış.”

Sinek kanadında da şirke yer yoktur. Acaba hangi sebep, böyle ince bir san’atı oraya yerleştirebilir? Tesadüf iki şeyi bir araya getiremezken, nasıl olur da iki tabakayı renk kırılmalarını da hesap ederek sineğin kanadında kullanacaktır?

“Sinek kanadı kadar” ifadesi ise ilk bakışta çok küçük ve önemsiz bir yerde bile şirkin olamayacağını ifade etmektedir. Ki, bu anlamıyla cümle doğrudur. Ama Risâle-i Nur müellifi küçüklüğü ifade etmek için neden ille de sinek kanadını tercih etmişti acaba?

Yine Risâle-i Nurların başka yerlerinde aynı cümle farklı şekillerde yine sinek kanadı ifade edilerek kullanılmıştı:

“Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın” diye ilân ederler”. (32. Söz’den)

Halbuki, bir sineğin kanadından tut, tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın. (Barla Lâhikası’ndan)

Şimdi ise bahsedilen bilimsel keşifle birlikte düşününce, aynı cümleler için yeni ve güzel manalar kalbe açılmıyor mu? Sinek kanadı kadar gördüğünüz yerde öylesine san’atlar var ki insanlar daha yeni keşfedebiliyorlar. Basit gözüken şeyleri aslında nice san’atla donatmış olan o Sâni-i Hakîm sinek kanadını da şirke-başkalarına vermez, veremez.

Siz benim yazdığıma bakmayın, Risâle-i Nurların kalbe ve akla getirdikleri yine Risâlelerin ilginç bir yerinde, bir haşiye’de, evet bu sefer sade bir dipnotta ifade edilmiş:

“Bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika bir san’at-ı Rabbâniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak, meşhur Yûnus Emre’nin bu fıkrası ne güzel bildirir: Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim / Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı.”

28. Lem’a’da geçen bu haşiye aynı zamanda Yunus Emre’nin o beytini de tekrar düşünmemizi sağlıyor. İslâm tefekkürünün bilimin ulaştığı noktalarda bilimden çok daha önce gezdiğinin de bir ipucu oluyor.

Biz yine İslâm tefekkürünün şaheserlerini barındıran Risâle-i Nurların satırlarına dönelim.
Meselâ aşağıda geçen şu kısacık iki ifadeyi dikkatle okuyacak olursak, Risâle-i Nur’ların tefekkür sistematiğinin hiç de boşluk bırakmadığını görecektir insan:

“Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur. (15. Mektub)”. “Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. (32. Söz)”.

Yani, sadece sinek kanadındaki san’attan ya da o san’atın güzelliğinden bahsetmekle bırakmıyor. Aynı zamanda bu san’attan yola çıkarak insan-kâinat ve onların Sanîleri arasındaki bağı da sağlam biçimde kuruyor. İnsan madem ki bu kâinatın en ufak bir parçasını yapacak kadar bile güce sahip değildir, acizdir. (Bırakın yapmayı ya da sahip olmayı, ancak yeni keşfedebiliyor.) Öyleyse ulûhiyeti hakikî sahibine bırakmalı, O’na teslim etmeli, O’na teslim olmalıdır.

Bu gözle bakınca Tabiat Risâlesi’nde geçen “…sinek kanadı kadar şuuru bulunan…” ifadesi daha farklı ve güzel akisler bırakıyor bizim küçük dünyalarımıza. Veya 2. Şuâ’nın hatimesinde geçen “…sinek kanadı gibi en az bir san’atı başkalarına havale etmeyen ve vermeyen ve lâkayt kalmayan…” ifadesi.

Umulur ki nefsim, haşiyesinden tâ Tabiat Risâlesine aynı önemle ve bir bütün olarak Risâleleri okumak gerektiği dersini sinek kanadı vesilesiyle, sinek kanadı kadar da olsa, anlamıştır.

Son olarak, Risâlelerin kaynağının vahyin nuru olduğunu düşünürsek bu sinek kanadı bahsini de vahiyle ilişkilendirmesini beklemek haksızlık olmaz. Ama ilginçtir, bu konudaki bir bahse hiç alâkasız gözüken bir yerde, İhtiyarlar Risâlesi’nde rastlarız. Bu muhteşem âyet-i kerime ve izahının üzerine söz söylemekten utanırım.

“‘Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halk edemezler.’ (Hac 22:73) Bu âyet-i azîmenin sırrıyla, bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar.
(26. Lem’a, 11. Rica)”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*