Sivil iradenin zaferi mi?

Özel yetkili savcının MİT yöneticilerini KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırması iktidar çevrelerinde hükümete karşı yeni bir darbe girişimi olarak yorumlanırken, buna mukabil iktidadın jet hızıyla bir kanun çıkararak MİT ekibini koruma altına alması için, söz konusu girişimin “püskürtülme”si ve “sivil iradenin zaferi” deniliyor.

Başbakan da partili gençlere yaptığı son konuşmada “Asla seçilmişleri atanmışlara kul yapmayız” diyerek aynı paralelde mesaj veriyor.

Ama burada ilginç paradokslar söz konusu.

Çünkü MİT krizinin görünen yüzünde tarafların tamamı “atanmış” konumunda. İfadeye çağıran da öyle, çağrılanlar da. Savcı—üstelik yeni HSYK’nın kararı ile—geçen yıl o göreve atanmış. MİT Müsteşarını da hükümet oraya getirmiş.

Olayın Emniyet cenahındaki aktörleri de yine siyasî iradenin tasarrufu ile görevlendirilmişler.
Kriz patlak verdikten sonra aynı emniyet görevlilerinin dalga dalga kızağa çekilmesi de aynı iradenin verdiği kararlar sonucu gerçekleşiyor.
Yani, bu olaya adı karışan atanmışların tamamı, seçilmişlerin kararı ile oralara tayin edilmiş.

Ama bu olay üzerine, yine aynı seçilmişlerin karar ve tasarrufu ile görevlerinden alınmışlar.
Bu durumda siyasî irade, kendi atadığı memurların kullanıldığı bir komplo ile mi karşı karşıya bırakıldı ve onların ihanetine mi uğradı?

Yapılan yorumlardan çıkacak sonuç bu.

Peki, Meclisten geçen ve Cumhurbaşkanının da görülmemiş bir hızla onaylayarak yürürlüğe koyduğu kanun, atanmışlara yeni bir dokunulmazlık zırhının ihdası anlamına gelmiyor mu?

Kanunla yapılan düzenlemeye göre, MİT mensupları veya başbakan tarafından belirli bir görevi yerine getirmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler hakkında, görevin niteliğinden doğan veya görev sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı soruşturma yapılması başbakanın iznine bağlı olacak. Bu kişiler hakkında özel yetkili mahkemelerin görev alanlarına giren suçları işledikleri iddiasıyla soruşturma yapılmasında da başbakanın izni aranacak. Yasanın yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla devam eden soruşturma ve kovuşturmalarda da başbakanın iznine bağlı olma hükmü uygulanacak.

Ama gündeme geldiği andan itibaren yoğun itiraz ve eleştirilere konu olan bir düzenleme bu.
Bir defa, MİT mensupları hakkındaki soruşturma, başbakan görev verse de, vermese de yine başbakanın iznine bağlı. Zira metinde onlar en başa konulup diğerlerinden ayrı tutulurken, diğer kamu görevlileri, başbakanın verdiği belirli bir görev için böyle bir korumaya alınıyor.

Yani MİT’çilere sınırsız, diğerlerine sınırlı bir koruma. Bu ayrım dahi kendi içinde problemli.

Kanunun en bariz özelliği, “patlak veren son krize özel bir düzenleme” olduğunun son derece açık ve belirgin olması ve atanmışların dokunulmazlık alanını daha da genişletmesi. Bu genişletmeyi, seçilmiş bir başbakanın izni şartına bağlamak, muhtemel sakıncaları telâfi eder mi?

Kanun, “Seçilmişleri atanmışlara kul yapmayız” diyen yaklaşımın, atanmışların dokunulmazlığını seçilmişlerin iradesiyle pekiştirmesi gibi çok ilginç bir sonucu beraberinde getiriyor.

Bu durum, atanmışların seçilmişlere bağlılığını mı arttırır, yoksa bilhassa siyasî dengelerin değiştiği bir ortamda seçilmişleri zora mı sokar?

Doğrusu, içinden çıkılması güç bir ikilem.
Buradaki asıl problem, AKP iktidarının herşeyi kendisine endeksli olarak dizayn etmeyi öngören tavır ve yaklaşımı. “Nasıl olsa arkamda yüzde 50 oy var, anketlere göre bu oran her geçen gün daha da yükseliyor, karşımda bana alternatif olacak güçlü bir rakip yok ve bu durum epeyce bir zaman böyle devam edecek” diye düşünüyor ve düzenlemeleri de ona göre yapıyor.

Ama hiç de tekin olmayan alanlarda, genel ilkeleri zorlayarak yaptığı konjonktürel düzenlemeler, bumerang gibi geri dönerek önce kendisini, sonra demokrasiyi vurma riski taşıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*