Siyasette muktesit meslek

alt

Bediüzzaman’ın Münazarat isimli eserinde kullandığı “Siyasetteki muktesit meslek” ifadesi, siyasî meselelerin mevzu bahis edildiği zeminlerde sıklıkla müracaat edilen bir mefhumdur. Kastedilen mânâ, bu ifâdeyle ilgili sualin içinde de mevcuttur aslında.

“İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun hâlde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hattâ selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hattâ derdin: ‘Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bâzılara karşı müdâfaa ederdin?”1

Bu suâlde, Bediüzzaman’ın Abdülhamid karşısındaki taaccüb edilen/yadırganan tavrı mevzu edilmektedir. Zayıf da olsa “istibdat” olarak gördüğü Abdülhamid’in siyaset tarzına karşı çıkan Bediüzzaman, aynı zamanda onu “Şefkatli Sultan” olarak tavsif etmektedir. Bir yandan; “Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar” diye kararlılıkla istibdada karşı çıkarken, diğer yandan, Abdülhamid’in bu tarz bir istibdada mecbur kaldığını ifade etmektedir.2

İttihat ve Terakki karşısındaki tavrı da benzer mâhiyettedir. İstibdada ve mutlakıyete karşı çıkan bütün hürriyetperverlerin umumunun temsil edildiği devredeki İttihat ve Terakki’ye, başlangıçta müsbet yaklaşmıştır. Hürriyet ve meşrutiyetin meydana gelmesindeki rollerini teslim eden ve bu cihetten, “Cemiyet-i milliye” olarak tâbir ettiği İttihat ve Terakki mensuplarının hamiyetlerini ve kıymetlerini takdir etmekle beraber, sonradan siyasette uyguladıkları şiddete ve garazkârlığa muhalefet etmiştir.3

Hâlbuki genel tavır; Sultan Abdülhamid ya kusursuz bir “Ulu Hakan”dır ya da menfur bir “Kızıl Sultan”dır. Aynı şekilde, İttihat ve Terakki de, ya meşrutiyeti getiren “mukaddes bir cemiyet”tir ya da Osmanlı’yı imha için teşekkül etmiş gizli bir “Yahudî” teşkilatıdır. Her iki hâlde de ifrat veya tefrit rağbet görmekte, vasat yol ihmal edilmektedir. Bediüzzaman ise, muhataplarının anlamakta zorlandıkları kendi tavrını, ifrat ve tefritin hâricinde, aşırılıklardan uzak, “siyasetteki muktesit meslek” şeklinde tarif etmektedir.

Bediüzzaman’ın bu tavrı, esasında muayyen bir şahsa veya döneme mahsus olmayıp, genel bir siyaset anlayışını ortaya koymaktadır. Şâyet tercih edilen siyasî çizgi ya da taraf, bütün temsilcileri, icraatları ve fikirleriyle takdis edilerek hiçbir kusuru görülmüyorsa ve hatalarını tekellüfle de olsa te’vil etmek âdeta mecburi bir vazife addediliyorsa; ya da muhalefet etmek, muhalif olunan tarafı herşeyiyle şeytanlaştırıp tel’in etmeyi zaruri kılıyorsa bu, “siyasetteki muktesit mesleğin” haricinde bir vaziyettir.

Bediüzzaman’ın ifrat ve tefriti reddederek, “muktesit meslek” tâbiriyle ortaya koyduğu “vasat” yol, “sırât-ı müstakîm”in ihtiyar edildiği bir tarzdır. Esasında bu, sadece siyaseti değil, beşerî hayatın bütün tabakalarını ihâtâ eden külli ve umumi bir düsturdur. Sırât-ı müstakim; “Şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan adl ve adâlete işarettir.”4 En mükemmel tatbikatı da bizzat Resûl-i Ekrem Efendimizin hayatında müşahede edilmiştir. O (asm), her hareketinde i’tidal ve istikamet üzerine gitmiş, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten içtinab etmiştir.5

Sırât-ı müstakim, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” İlâhi emrinin muktezası olup, Resûl-i Ekrem (asm) bu âyet-i kerime için, “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” buyurmuşlardır. Âzâmi mertebede istikametli ve âdil olmayı iktiza eden bu tavır, “Hududda istikamet” olarak da tâbir edilmiştir.6 Hiçbir şeyin ifrat ve tefritinin iyi olmadığını, istikametin ise, “hadd-i vasat” olduğunu söyleyen7 Bediüzzaman’a göre; ifrat ve tefrit aynı zamanda, insanın sağlığını da bozan hastalıklı, marazî bir ruh hâlidir.8

Tekrar siyaset sahasına dönecek olursak; “siyasetteki muktesit meslek”, Risale-i Nur mesleğinin dört temel esasını teşkil eden esmâ-i Îlâhiyenin birincisi olan, ölçülü ve âdil olmayı ifade eden Hakîm isminin siyaset sahasındaki bir tecellisidir. Tabiatıyla, siyaset dairesinde de olsa, Risale-i Nur mesleğinin mühim esasları olan İhlâs, Uhuvvet, Hücûmât-ı Sitte vb. risalelerde vaz’ edilen düsturlardan mücerred bir “muktesit meslek” mevzubahis olamaz. Müfritâne tavırlar, insanları heyecana getirerek az olan bazılarının hissiyatını okşasa da, muhatapları üzerinde aksi tesir yaparak, onların batıl ve yanlış yollara meyletmelerini netice verebilmektedir.

Hissiyâtâ hitab eden ve bazı insanları heyecana getiren müfritâne tarzlar ne kadar câzip ise, ifrat ve tefritten uzak kalmak, âdil olmak ve istikameti muhafaza etmek de bir o kadar zordur. Zîra, i’tidâlli ve istikametli bir tarzda, vasat olan yol tercih edilirken, hak olan kendi mesleğinin hukuku da korunmalı ve “vâcip olan hakkın iltizamı”9 ihmal edilmemelidir.

Tercih edilen mesleğin “cihet-i imtiyâzı,” yâni diğerlerinden farklılığı net bir şekilde ifade edilmeli, kendine mahsus kimliği, tereddüde ve iltibasa mahâl bırakmayacak şekilde ortaya konulmalıdır.

Müceddid olmanın bir alâmet-i fârikası olarak da mütalâa edilebilecek böylesine hassas ve nâzik bir mesleğin doğru anlaşılması ve isabetli bir şekilde tatbik edilebilmesi için, bizzat Bediüzzaman’ın 1908’den 1960’a uzanan sergüzeşt-i hayatını bu nokta-i nazardan tahlil etmeye çalışalım inşaallah.

Bediüzzaman II. Meşrutiyetin ilanından takriben yedi ay önce İstanbul’a gelmiştir. O tarihlerde henüz fırkalar/siyasî partiler mevcut değildir. Meşrutiyetin tekrar ilan edilmesi için teşkilatlı olarak mücadele eden sadece İttihat ve Terakki’dir ve o da gizli bir cemiyet hâlindedir. Münazarat’taki ifâdelerinden,10 o devirde hürriyet ve meşrutiyet için mücadele edenleri, Bediüzzaman’ın “ Ahrar ” olarak tâbir ettiğini anlıyoruz. Zâten daha sonra Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kuracak olan şahsiyetler de, o yıllarda henüz İttihat ve Terakki içinde faaliyet göstermektedirler.

23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra, 14 Eylül 1908’de kurulan Ahrar Fırkası, daha teşkilatlanamadan girdiği – kuruluşundan iki ay sonra yapılan- ilk seçimlerde sadece bir mebus/milletvekili çıkarabilmiştir. Meclis’in açılmasından kısa bir süre sonra ise, 40-50 civarındaki milletvekilinin saflarına katılmasıyla Ahrar Fırkası Mecliste İttihatçıların karşısındaki en güçlü muhalefeti teşkil etmiştir. Ne var ki; 31 Mart vak’asından (Nisan 1909) mes’ul tutulan Ahrarların bir kısmının hapsedilmesi, bir kısmının da yurt dışına çıkmasıyla, fırka/parti kuruluşundan sekiz ay gibi kısa bir süre sonra fiilen dağılmıştır. Ocak 1910 tarihinde de resmen feshedildiği beyân edilmiştir.

Özellikle II. Emirdağ Lâhikası’ndaki muhtelif mektuplardan, Bediüzzaman’ın o dönemde Ahrar Fırkasını desteklediğini biliyoruz. Divân-ı Harb-i Örfi’de beraat etmesinden sonra İstanbul’dan ayrılan Bediüzzaman, Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine iştirak etmek üzere Nisan 1911 tarihinde tekrar İstanbul’a gelmiş ve – kesin tarih bilinmemekle beraber- 1912 sonbaharına kadar İstanbul’da kalmıştır. Birinci defa İstanbul’a geldiğinde gazetelerde makaleler neşreden, muhtelif içtimalarda, toplantı ve mitinglerde nutuklar îrad eden, önde gelen siyasîlerle yakın münasebetler kurarak faal bir tarzda siyasetle meşgul olan Bediüzzaman’ı, bu defaki gelişinde siyasetle bu tarz bir alâkadarlık içinde göremiyoruz.

Bediüzzaman’ın ikinci defa İstanbul’da bulunduğu bu dönemde de siyaset bütün hız ve heyecanıyla devam etmektedir aslında. Kasım 1911’de İttihatçılara muhalif olan bütün kesimleri bünyesinde toplayan Hürriyet ve İtilâf Fırkası kurulmuştu. Aralık 1911’de İstanbul’da milletvekili ara seçimi yapıldı. 1912’nin ilk aylarında genel seçimlere gidildi. Siyasî tarihimize “sopalı seçimler” olarak geçen bu seçimler sonunda, Mecliste ezici bir İttihat ve Terakki ekseriyeti ortaya çıktı. Fakat hızla gelişen hadiseler ve değişen dengeler sonunda İttihat ve Terakki kısa bir sürede gözden düşmeye başladı ve 1912 Temmuzunda İttihatçılara muhalif yeni bir kabine kuruldu.

Siyasette böylesine önemli hâdiseler cereyan ederken, dikkat çekici olan, Bediüzzaman’ın, o günkü siyasî gelişmelerle ilgili olarak değil bir faaliyeti, bir mütalâası dahi bulunmamasıdır. O, günlük siyasetle alâkadar olmak yerine, Medresetü’z-Zehra gàyesini tahakkuk ettirmenin gayreti içindedir. Bununla beraber, siyasete karşı tamamen kayıtsız da değildir. “Siyaset tabiplerine teşhis-i illete dair hizmet ile muvazzaf” dediği Münazarat’ın, “İslâm âlemi için bir ders-i içtimaî” olan Hutbe-i Şâmiye’nin ve Divân-ı Harb-i Örfî’nin basımıyla meşgul olmuştur. Zemin ve şartların müsaadesizliği sebebiyle günlük siyaseti takip etmek yerine, her zaman için müracaât kaynağı olan içtimaî ve siyasî temel kàideleri neşretmeyi tercih etmiştir. O devrede, siyaset meydanında ve dolayısıyla Bediüzzaman’ın gündeminde “Ahrarlar” yer almamaktadır. Ancak, “Ahrarları” tercih etmesinin sebeplerini de tazammun eden temel ölçü ve esasları hâvi eserlerini neşretmiştir.

Bediüzzaman esaretten dönüşte, Haziran 1918’de, üçüncü defa tekrar İstanbul’dadır. Birinci Dünya Harbinden mağlup çıkan Osmanlı Devletinin pâyitahtı tam bir kaos ve buhran içindedir. Kasım 1918’den itibaren Müttefikler İstanbul’u fiilî olarak işgal etmeye başlamıştır. İttihat ve Terakki kendisini feshetmiş ve lider kadrosu memleket dışına çıkmıştır. 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edilecek ve Meclis feshedilecektir. Nerdeyse her gün -hiçbiri kalıcı ve uzun ömürlü olmayan- yeni bir fırka ve cemiyet kurulmaktadır. Dört senelik Mütareke döneminde, altı farklı sadrazam vazife alacak ve on iki hükümet kurulacaktır.

Bediüzzaman, “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” şeklindeki soruya verdiği cevapta, o dönemin siyasetini, Dünya Harbinde ölenlerden daha fazla sayıdaki insanın ölümüne sebep olan “İspanyol nezlesine” benzetmekte ve “fikri hezeyanlaştırdığını” ifâde etmektedir. “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz” diyerek o günkü siyasî yapı ve faaliyetlerde esas tayin edici olanın yabancı tesirler- bilhassa İngiliz siyaseti- olduğunu ve bu suretle, ilgisizliğinin de temel sebebini ortaya koymaktadır. Birbirinin varlığına dahi tahammülü olmayan bir particilik anlayışının ve şeytanla meleği yer değiştirten bir taassubun cereyan ettiği siyasete müdahil olmaktan, şeytandan kaçar gibi uzak durmaktadır.11

Bununla beraber Bediüzzaman, daha muhtevâlı ve daha ihâtâ edici olan ciddi bir siyasî faaliyet içerisindedir. Bu siyasetinin ana karakterini, İngilizlere karşı olan şiddetli muhalefet teşkil etmektedir. Hayatı pahasına ortaya koyduğu bu tavrının en müşahhas meyvesi, gizlice neşrederek dağıttığı “Hutuvât-ı Sitte” isimli eseridir. Bir evvelki İstanbul devresinde olduğu gibi, siyasî partilere ve onların fâsit kavgalarına karşı ilgisizdir. Bir yandan İşârâtü’l-İ’câz, Nokta, Şuaat, İşârât, Hakikat Çekirdekleri, Lemaât gibi eserlerle îmâni ve İslâmî hakikatleri neşretmeye devam ederken, diğer yandan, Hutuvât-ı Sitte, Sünûhât, Rumuz ve Tulûât gibi eserlerinde, hususan İngiliz siyasetine karşı çıkan ve Anadolu’daki İstiklâl Mücâdelesine destek veren izahlar yapmaktadır.12

Ve nihâyet Bediüzzaman 1922’nin son aylarında Ankara’dadır. Tamamen farklı ve yeni bir devreye girilmektedir. Milletin fıtratına muhâlif bir cereyan inkişaf etmektedir. Aşağıdaki ifadeler girilmekte olan yeni dönemi tarif için ilâve söze ihtiyaç bırakmayacak kadar sarihtir:

“Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalıştığını gördüm… Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm… Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim.” 13

Bu şartlar altında Bediüzzaman Ankara’da daha fazla kalmayacak, milletvekillerine hitaben neşrettiği “Beyannâme” ile14 tarihe bir not düşerek Ankara’dan ayrılacaktır.
14  Mesnevî-i Nuriye, sh. 85-87

Dipnotlar:
1- Eski Said Dönemi Eserleri, sh. 287
2- a.g.e., sh. 122, 238
3- a.g.e., sh. 247, 298
4- İşaratü’l- İ’caz
5- 11. Lem’â
6- 13. Lem’â ve 1. Şûa
7- 4. Lem’â
8- İşaratü’l- İ’caz
9- 21. Söz
10- Eski Said Dönemi Eserleri, sh. 238, 289
11- a.g.e., sh.. 496-499 (Sünuhât)
12- a.g.e., sh. 515-517 (Rumuz); 573-576 (Tulûat) vb.
13- 23. Lem’a, sh..239 ve 14. Şûa, sh..314, Yeni Asya Neşriyat-2004
14- Mesnevî-i Nuriye, sh. 85-87

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*