SORU: Neden Allah bugün, şimdi, burada bize yardım edip, dünyadaki adaletsizliği yok etmiyor?

CenÂb-i Hak Âdil-i Mutlak’tır. Eğer Cenâb-ı Hak, bu mutlak adaletiyle her haksızlığı, zulmü dünyada düzeltseydi, zalimlerin cezasını hemen verseydi, bu durum dünyanın bir imtihan yeri olması gerçeğiyle bağdaşmazdı. Çünkü o zaman, insanlar, zalimler dünyada hemen cezasını buluyor diye düşünür, iradeleriyle değil, icbarla adaletli davranmaya sevk edilmiş olurlardı. Hâlbuki imtihan sırrı, insanın bir şeyi cebirle, zorla değil, hür iradesiyle yapmasını gerektirmektedir.

İkinci olarak, Cenâb-ı Hak Adil-i Mutlak olduğu gibi aynı zamanda Rahim’dir, Rahman’dır. Yani sonsuz bir sevgiye ve şefkate sahiptir. Bu yüzden, kötülük yapanlara, haksızlık ve zulüm edenlere, günah işleyenlere, mühlet veriyor. Bu yüzden denmiştir ki, “Allah imhal eder [mühlet verir], ama asla ihmal etmez.” Yani Cenâb-ı Hak, insanların hakikatleri anlaması için onlara zaman tanıyor. Bu arada da bütün nimetlerinden zalim olsun, mazlûm olsun, inansın inanmasın herkesi istifade ettiriyor. Bu da onun şefkatinin gereğidir. Aynı zamanda ahirette “Ya Rabbi, neden bize mühlet vermedin?” diye gelebilecek itiraz ve şikâyetlerin de önünü kapatmaktır.
Üçüncü olarak, Cenâb-ı Hak küçük zulümlerin, haksızlıkların cezasını burada veriyor, büyüklerini de ahirete bırakıyor. Küçük dâvâların küçük mahkemelerde, büyük dâvâların büyük mahkemelerde görülmesi gibi Cenâb-ı Hak da büyük zulümleri, haksızlıkları, küfrü cezalandırmayı genel olarak ahirete bırakıyor. Ahiret ise adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî edeceği bir yerdir.

İnançsız bir insan sınırlı bir sürede, kısa bir hayat süresinde sonsuz bir azabı hak etmektedir. Çünkü inançsızlık çok büyük bir günahtır ve sonsuz bir cinayettir. Birinci olarak, kâinattaki sayısız varlıkların Allah’ın varlığına ve birliğine olan şahitliklerine karşı sonsuz bir cinayettir. İkinci olarak, inançsızlıkla sayısız nimetler görmezlikten gelindiğinden ve inkâr edildiğinden büyük bir cinayettir. Üçüncü olarak ise, Allah’ın zamanla ve mekânla sınırlı olmayan zatını ve isimlerini inkâr olduğu için sınırsız bir cinayettir. Dördüncüsü, kâinata sığmayan Allah’ın isimlerini ve tecellilerini manevî derinliğiyle yansıtabilme özelliğine sahip bir vicdanı inançsızlık bozduğu ve kirlettiği için korkunç bir cinayettir. Son olarak ise, inançsızlık bir çekirdektir ve meyvesi de ancak Cehennem olabilir. Bu derece affedilmez bir cinayetin cezasına hükmedilmesi ve tam anlamıyla adaletin gerçekleşmesi ise, yalnızca haşrin büyük mahkemesinde olabilir.
Risâle-i Nur’da adalet ikiye ayrılır. Biri “müsbet adalet”, diğeri “menfi adalet”tir. “Müsbet adalet”ten kastedilen, her hak sahibine hakkını vermektir. Yani, bütün varlıkların hayatları için gereken -hem bedenlerinde ve ruhlarında, hem de yaşadıkları çevrede- her türlü ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Adaletin menfî kısmı ise, haksızların terbiye edilmesi ve cezalarının verilmesidir. Adaletin bu kısmı, yeryüzünde tam anlamıyla gerçekleşmiyor. Özellikle insanlara bakan yönünün büyük bir kısmı ahiretteki “Mahkeme-i Kübra”ya bırakılıyor. Her ne kadar büyük bir zulüm işleyen ve bütün varlıkların hukuklarına tecavüz eden insanın muhasebesi ahirete bırakılsa da, adalet hakikatinin yeryüzünde de bir kısım yansımaları gözükmüyor değil. Meselâ, Kur’ân’da kıssaları anlatılan Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen olaylardan günümüzde yaşanan büyük felâketlere kadar birçok “terbiye tokatları” yüce bir adalet elinin hükümranlığına dikkat çekiyor.

Nasıl ki, bir padişah, alçak bir asiyi tek bir emirle idam etmediği gibi, sadık bir memurunu özel olarak ödüllendirmiyor. Belki bütün halkın dâvetli olduğu bir müsabaka meydanında, ihtişamlı bir imtihan neticesinde-–cezaya ya da mükâfata—liyakatlerini göstermek istiyor. İnsanoğlu da, yeryüzünün halifesi olabilecek ve emanet-i kübrayı taşıyabilecek bir istidatta yaratılmıştır. Fakat bunun bütün kâinat nezdinde ispatı gerekecektir. İşte, Padişah-ı Ezeli olan Cenâb-ı Hak, Âdemoğlunun ebedî Cennet gibi mükâfata veya ebedî Cehennem gibi mücazata liyakatini bütün varlıklara göstermek için, imtihan dünyasını açmıştır. İmtihan dünyası ise herkes ister istemez tasdik edecek derecede bir İlâhî yardımı kaldırmaz. Çünkü böyle bir şey gerçekleşirse müsabaka ve imtihan ortadan kalkar. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi ruhlar, imtihan ateşinde denenmediklerinden aynı değerde kalır.
Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere bütün peygamberler, Cenâb-ı Hakk’ın yardımına mazhar oldukları halde birçok defa dalâlet ehline—görünüşte—mağlûp olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’in (asm) güneş gibi parlak risâleti ve Kur’ân’ın iksir gibi irşadı Mekke müşriklerinin, Medine münafıklarının hidayete girmelerini sağlayamamış ve dalâlette ısrar etmelerinin önüne geçememiştir. Bunun sebebini Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk’ın hem cemâlî, hem de celâlî iki kısım isimlerinin olmasına bağlamıştır. Hükümlerini farklı tecellilerle göstermek isteyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî ve celâlî isimleri kâinatta zıtların varlığını gerektirmiştir. Çünkü iyi kötü, güzel çirkin, aydınlık karanlık, günah sevap gibi zıtların varlığı değişimi, değişim ise gelişmeyi, kemâle ermeyi netice vermiştir. Bu durum insanın imtihan dünyasında çok daha garip bir şekle dönüşmüştür. İnsanın meleklerden ve diğer varlıklardan farklı olarak sürekli gelişime ve terakkîye mazhariyetinin kapısı açılmıştır. Diğer taraftan kötü, çirkin, dalâlet ve küfür gibi şeyler bozmak ve terk etmekten kaynaklandığından kolaydır, az bir hareket yeterlidir. Küçük bir güçle ve fiille çok büyük bir zarar verilebilir. Oysa iyi, güzel, iman ve hidayet ise tamirdir, vücudidir. Varlığı için bütün sebeplerin bir arada olması gereklidir. İşte, yeryüzünde küfür, dalalet ve zulüm yolunda gidenlerin güçlü ve galip görünmelerinin sebebi terk etme, tahrip ve bozmanın kolaylığından kaynaklanmaktadır.

Peygamber Efendimiz’in (asm) bile her hâli mu’cize olmamıştır ve o âdetullah denilen yaratılış kanunlarına herkesten fazla riâyet etmiştir. Düşmana karşı zırh giymiş, sipere girmeyi emretmiş, yara almış ve çok zahmet çekmiştir. Peygamber Efendimiz’den (asm) sonra başta Dört Halife olmak üzere Sahabeler de birçok sıkıntıların, fitnelerin içlerinde kendilerini bulmuş ve zorlu imtihanlardan geçmişlerdir. İnsanlık tarihinin en seçkin kişilikleri olan bu zatların yaşadıkları da göstermektedir ki, yeryüzünde hikmet hâkimdir. Hikmet ise insanın kötü, çirkin, günah olana ve bunların temsilcisi olan şeytana karşı mücahedeyi ve böylelikle istidatlarını geliştirerek manevî açıdan terakki etmeyi gerektirmektedir. Bu sebeple insan için adaletin tam anlamıyla gerçekleşmesi ahirete bırakılmaktadır.
İnsan cisminin küçüklüğüne göre değil, cinayetinin büyüklüğüne ve yaratılış gayesinin önemine, değerine göre mükâfat ya da ceza görmelidir. Bu geçici dünya ise, sonsuz hayat için yaratılan bir insan için gerek mükâfatın, gerekse cezanın verildiği bir yer olmaktan çok uzaktır. Öyleyse, adaletini kâinattaki her şeyi ölçülü, dengeli ve orantılı yaratmasıyla gösteren Adil-i Mutlak olan Allah, insan için büyük bir mahkemeyi ve ebedî bir hapis yeri olan Cehennemi var edecektir. Nasıl ki küçük cezalar küçük mahkemelerde, büyük cezalar ağır ceza mahkemelerinde görülür; öyle de bütün varlıkların haklarına ve hukuklarına yapılan büyük haksızlıklar ve zulümler ancak haşrin Mahkeme-i Kübra’sında hesaba çekilebilir ve hükme bağlanabilir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*