Sorulara cevaplar (10)

Necip Fazıl ve Büyük Doğu

Suâl: 1950’li Yakın tarihimizin gerek fikrî ve ideolojik, gerekse içtimaî ve siyasî hayatı itibariyle fevkalâde önemli şahsiyet olan Necip Fazıl ve onun başında bulunduğu Büyük Doğu Cemiyeti hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap: Necip Fazıl (1924–1983), yaşadığı dönem itibariyle kendini çok iyi yetiştirmiş şair, edib ve hatip bir şahsiyettir.

 

Aynı zamanda, Türk fikir ve siyaset hayatını çok yakından ve derinlemesine etkilemiş, önemli bir ideologtur. “İdeolojya Örgüsü”, onun en gözde eserlerinden biridir. (Hatta, denilebilir ki: Bugün iktidarda olan partinin çekirdek kadrosunda bulunanların çoğu, Necip Fazıl’ın rahle–i tedrisinden geçmiş kimselerdir. Bu noktada kendi beyan ve hatıraları var.)

Necip Fazıl, 1943 yılında, 20 küsûr yıldır İstanbul’da mûkim Şeyh Abdülhakim Arvasî (1865–1943) ile tanışması, onun hayatında bir dönüm noktasını teşkil etti. Şeyh Arvasî’ye mürid ve talebe olduktan sonra, eski hayatını terk ederek, hidayet dairesine adım attı.

Risâlelerde “İstanbul’daki ihtiyar zât” diye de kendisinden bahsedilen Arvasî Hoca ile irtibat ve görüşmesi fazla uzun sürmedi. Zira, “Efendim” diye hitap ederek ziyadesiyle bağlandığı hocası, aynı yılın Kasım ayı sonlarında vefat etti.

Sürgün olarak gönderildiği Ankara’da 27 Kasım 1943’te vefat eden Arvasî, buraya çok kısa bir süre önce İzmir’den gelmişti. İzmir’e ise, İstanbul’dan sevk edilmişti.

İstanbul’da tutuklanıp İzmir’e sürgün edilmesi tarihini, Necip Fazıl, Eylül ayı ortaları şeklinde kaydediyor. Kendi ifadesine göre, 17 Eylül 1943’te çıkan Büyük Doğu Mecmuasının ilk nüshasını heyecan ile Eyüb’e götürüp hocasına göstermek istemiş, ancak hocasının 24 kişiyle birlikte tutuklanıp Anadolu’ya sürgüne gönderildikleri haberiyle sarsılmış.

Seksen yıllık hayatında ilk kez tutuklanan Şeyh Arvasî’nin sürgün hayatı, yaklaşık 50 gün sürdü. Önce İzmir’in en rutubetli, en ufunetli bir yerine, ardından ricâ–minnetle Ankara’ya gönderiliyor. Gittikten birkaç gün sonra vefat ediyor. Yakındaki Bağlum Köyünün kabristanına defnediliyor.

Oysa, yıllarca İstanbul’daki Eyyûb Sultan, Fâtih, Yavuz Selim, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinde serbest şekilde vaazlar veren Arvasî Hoca, kendi talebe ve hizmetkârlarının da ikrarıyla “Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.” (Gülistan dergisi, 43. Sayı, Temmuz 2004

Ancak, buna rağmen, 1943 yılı Sonbaharında, hükûmet eliyle Türkiye genelinde dindarlara karşı büyük bir operasyon başlatıldı.

Bu operasyonun asıl hedefi, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleriydi. Gerekçe, kànun yoluyla yasaklayamadıkları Ayetü’l–Kübrâ isimli risâlenin neşredilmesiydi. Bu risâle, gizlice İstanbul’da bir matbaada basılmıştı. Hiddete gelen o dönemin hükûmeti, bu işte dahli, ya da ihmâli olan herkesi hedefe koymuştu.

Bediüzzaman ve 126 talebesini Denizli Hapishanesine sevk eden devrin ceberrut idarecileri, o tarihe kadar hemen hiçbir vukuatı olmayan ve hiç karışmadıkları Şeyh Arvasî ile 24 talebesini de sürgün yoluyla cezalandırma cihetine gitti.

Bu noktada, 13. Şuâ’da zikredilen şu ifade, fevkalâde dikkat çekici: “…Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cür’etkâr talebelerin ifşaatını zapteden ve bil’iltizam bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakîm’i sevk ettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbâki’yi ve bana ara sıra itiraz eden Şeyh Süleyman’ı bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve kaçmanız, onların kanaati vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez.” (Şuâlar, s. 289.)

Hocasına bağlılık ve medihnâme

Necip Fazıl, “Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!” diyerek ondan sitayişle bahsettiği hocası Şeyh Arvasî’ye ziyadesiyle bağlıdır.

Ayrıca, onu alabildiğine methetmekte de bir beis olmadığını, hatta ziyade övgünün kabul ettiği meşrebin gereği olduğunu ifade eder. (Son Devrin Din Mazlumları)

İşte o övgülerden bazı satırlar:

Efendim! Benim Efendim!

Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;

Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!

“Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah’ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağhysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim… Düşünsünler farkı!..

“Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiçbir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.

“Yirmidokuz yıl değil, iki bin dokuz yüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen… Ruhun gibi kalbin de mahfuz… Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah’ın izniyle her tarafta ve benim yanımda…

“Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.

“Ama bu Kapı’ya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabul etmez misin ki, ‘O Kapı’nın köpeği’ ve ‘O geminin paspası’ olmak rütbesinin üstüne bu dünyada paye yoktur?

“Allah bana, Bağlum köyünün yalçın ve çıplak mezarlığında, namsız ve nişansız bir taş altında, başım onun ayaklarına doğru gömülmeyi nasip etsin.” (Bkz: “O ve Ben” ile Age.)

Necip Fazıl “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde Bediüzzaman Said Nursî’den de genişçe söz ediyor. Bu kısma da bir sonraki yazıda değinmeye çalışalım.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*