Sosyal yaraların merhemi

Her hal ve şartta asayiş ve emniyetin muhafazasını esas alan müsbet hareket prensibi, millî güvenlİk İdeolojisİ üzerine bina edilen her türlü baskı, dayatma, manİpülasyon, tahrik ve şİddet projelerini temelden çökertiyor.
 
Güvenlik paranoyasının ilâcı: MÜSBET HAREKET


Müsbet hareket ve güvenlik

Manevî cihad kavramı gibi, müsbet hareket prensibini de ilk telâffuz eden kişi, Said Nursî. “Patent hakkı” ona ait. Uygulamadaki güzel örneklerini de onun mücadele dolu hayatında görmemiz mümkün.
O, hem Doğudaki Rus ve İstanbul’daki İngiliz işgaline karşı en cesur ve kararlı mücadeleyi verenlerden biri olup zalimlerin zulmünü yüzlerine çarparak gaddar ve cebbarlara meydan okumuş; hem de asayiş bozulup masumlar zarar görmesin diye, bir savcının veya karakol başçavuşunun keyfî tavırlarını sineye çekmişti.
Müsbet hareket esasını doğru anlayıp yerli yerinde, isabetli bir şekilde uygulayabilmek için, onun hayat çizgisini ve fikirlerini, orijinal bütünlüğü içinde kavramaya ihtiyacımız var.
Bu prensip, İslâmın izzetiyle bağdaşmayan bir acziyet, teslimiyet ve pasifizmi değil; şartları dikkate alıp, tuzaklara düşmeme ferasetini ve manevî hizmetler için de şart olan toplum huzurunun korunmasını ifade ediyor.
Bu çerçevede müsbet hareketin güvenlikle ilişkisinin de özellikle irdelenmesi gerekiyor.
Bilindiği gibi, hak ve özgürlükleri kısıtlayıp demokrasiyi daraltan uygulamaların en önemli, hattâ yegâne gerekçesi güvenlik. Güvenliği tehlikeye sokan tehditler mütemadiyen gündemde tutulmak suretiyle özgürlük ortamı sınırlanıyor.
Bunun en yakıcı örneklerinden biri, yıllardır PKK teröründen bîzar olan ülkemizde yaşanıyor.
Çeyrek asrı aşkın zamandır bir türlü bitmeyen ve bitirilmeyen bu terör, bölgeyi yıllarca OHAL düzenine mahkûm etmişken, ülke genelinde zaten ağır aksak giden demokratikleşme sürecinin ilerleme kaydetmesini de engelliyor.
Kendi vatandaşını iç tehdit olarak gören değerlendirmelerin yer aldığı gizli belgelere millî “güvenlik” siyaset belgesi denilmesi de manidar.
İdeolojik yaklaşımlarla ihdas edilen hayalî tehditler, bu şekilde devletin güvenlik politikalarının tayininde belirleyici kriterler haline geliyor. Dahası, o tehditlerin “gerçek”liğini “ispatlamak” adına birtakım düzmece örgütler ve onların rol aldığı senaryolar dahi tezgâhlanabiliyor.
Sonuçta “millî güvenlik ideolojisi” her türlü demokratik açılım teşebbüsünün önünü tıkıyor.
Dünyadaki durum da ülkemizdekinden çok farklı değil. New York’taki Dünya Ticaret Merkezlerini vuran 11 Eylül saldırılarından sonra sürekli gündemde tutulan El Kaide heyûlâsı ve onun adı kullanılarak gerçekleştirilen terör saldırıları, neredeyse bütün dünya devletlerini sonu gelmez bir güvenlik paranoyasına sürükledi.
ABD başta olmak üzere demokrasileriyle övünen Batı ülkelerinde özellikle Müslümanlara yönelik fişleme ve gözaltılar, havaalanlarındaki olağanüstü güvenlik tedbirleri ve insan onurunu incitecek düzeylere vardırılan sıkı kontroller bu anormal ruh halinin tezahür ve yansımaları.
Aynı paranoyanın had safhada yaşandığı ülkelerden biri de hiç şüphe yok ki İsrail. Netice itibarıyla kendi zalimane politikalarının ürettiği sonuçları “tehdit” olarak ilân edip, onlarla bitmeyen bir “mücadele”ye girişerek, sonu gelmez bir fâsit daire içinde dönüp duruyor. Böylece ne kendisi rahat ediyor, ne de zulmettiği Filistinlilere ve hattâ kendi halkına rahat yüzü gösteriyor.
Umumî harbin, yani Birinci Dünya Savaşının bütün dünyada askerî istibdat rejimlerini güçlendirdiğini ve dalâletten çıkan merhametsizliğin o rejimler altında dehşetli zulümlere yol açtığını vurgulayan Bediüzzaman, bu durumun, ehl-i hakka mücadelesinde kuvvete başvurma yolunu kapattığına işaret ediyor. (Şuâlar, s. 464)
Said Nursî’nin din adına iktidar kavgasına girmekten ve silâhlı mücadeleden kaçınma noktasındaki ısrarının çok önemli gerekçeleri vardı. Bunlardan biri, hak namına yola çıkıldığı halde çok dehşetli haksızlık ve zulümlere sebebiyet verilebileceği gerçeği idi. Ve bunu Afyon mektuplarından birinde şöyle açıklıyordu (mealen):
Ehl-i hak, hakkını kuvvet kullanarak müdafaa etse, ya o da şiddetli zulümler irtikâb edecek veya mağlûp olacak. Çünkü mücadele ettiği taraf, bir-iki kişinin hatasıyla yirmi-otuz kişiyi vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet uğruna sadece orayı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp durumunda kalır. Buna karşılık, misliyle mukabele etmeye kalksa, hak namına dehşetli bir haksızlık etmiş olur. (a.g.e. 260)
Halbuki Kur’ân’a göre bir kişinin hatası veya zulmüyle başkası sorumlu olmaz. Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, canileri cezalandırma adına o gemi batırılamaz. Bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez.
Bilhassa bu sebeple Said Nursî hak mücadelesinde kuvvet kullanma şıkkını reddediyor, asayiş ve emniyetin muhafazasına büyük önem veriyor, müsbet hareket prensibine vurgu yapıyor.
Onun için, ona ve talebelerine yöneltilmek istenen “emniyeti ihlâl” suçlaması, ancak “Böyle bir ihtimal olabilir” formatında gündeme getirilebildi ve bu “ihtimal eksenli” itham da Bediüzzaman’ın susturucu cevaplarıyla hep püskürtüldü.
Dolayısıyla, onun her hal ve şartta asayiş ve emniyetin muhafazasını esas alan müsbet hareket prensibi, güvenlik ideolojisi üzerine bina edilen her türlü baskı, dayatma, manipülasyon, tahrik ve şiddet projelerini temelden çökertiyor.
Buna karşılık, müsbet hareket esasını kaale almayan mücadele yöntemleri, hele işin içine silâh da girerse, bilumum sızma ve saptırmalara açık yapılar oluşturarak ve baskı-dayatma sistemlerini tahrik edip ellerine koz ve malzeme vererek, onların ömürlerini de uzatmış oluyor.
Çare çok sade ve çok etkili: Müsbet hareket…
«««
Provokasyonlara karşı Peygamber metodu
Batıda bazı mihraklar tarafından zaman zaman gündeme getirilen Şeytan Âyetleri ve Peygamberimizin karikatürünü çizmek gibi karanlık provokasyonlar bir kısım Müslümanları sokağa döküp haklı iken haksız duruma düşürebilen sonuçlara yol açarken, böyle durumlarda cevabı aranması gereken sual şu olmalı: Hz. Peygamber (a.s.m.) hayatta olsaydı, kendisine yöneltilen hakaretler başta olmak üzere böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınır ve ne tarz bir mukabelede bulunurdu?
Onun örnek hayatından çıkardığımız cevap şu: Kureyş ve Taif müşrikleriyle Medine münafıklarının ağır suçlama, hakaret ve iftiralarına aldırmayıp sabır, sebat, kararlılık ve şefkatle hakkı tebliğe devam eden o Rahmet Peygamberi, hiç şüphe yok ki, böyle hadiselerde de aynı tavrı ortaya koyardı.
Onun hayatında ölçüsüz taşkınlıkların, yakıp yıkmaların, hedef ayırmaksızın vurup kırmanın, kör şiddetin asla yeri yok.
Ve ancak zaruret hallerinde ve meşrû müdafaa ile sınırlı olarak cevaz verdiği savaşlara da, zayıf ve güçsüzleri koruyan bir hukuk ve nizam getirmişti o.
Dolayısıyla, günümüzde bazı Müslümanların, “haksızlık, saldırı ve hakaretlere tepki” adına ortaya koydukları taşkınlıkların, ölçüsüz eylemlerin, yakıp yıkmaların, Rahmet ve Hikmet Peygamberinin çizgisiyle hiçbir alâkası yok.
Peygamber vârisi olan büyük İslâm âlimlerinin bu tür saldırılar karşısındaki tavrına baktığımızda da aynı hikmetli çizgiyi görüyoruz.
İşte Gazalî, işte Bediüzzaman…
Diğer İslâm büyükleri gibi bu iki müceddid de Kur’ân’a ve Peygambere yöneltilen saldırı ve hakaretlere verdikleri cevaplarda hep fikrî zeminde kalmışlar ve bunu yaparken de o hakaretlerin seviyesizliğine asla muhatap olmayan gayet vakur bir tavır ortaya koymuşlar.
Ayrıca, menfîyi hiç nazara vermeden müsbeti ikame etmeyi esas alan Kur’ânî metoda harfiyen uyarak, eserlerinde münhasıran hakikatlerin izah ve yorumunu öne çıkarmışlar.
Son çağın müceddidi Bediüzzaman’ın eserlerinde de bunun güzel örneklerini görüyoruz.
Said Nursî risâlelerinde dinsiz Avrupa feylesoflarının İslâma yönelttikleri itiraz ve tecavüzleri cevapladığını her fırsatta vurguluyor.
Bu babda isim zikrederek verdiği Abdullah Cevdet ve Dr. Dozy örneklerine işaret ederken de, bu kişilerin serâpâ İslâm aleyhindeki dinsizce iftira ve tecavüzlerine ses çıkarmayan rejimin, bunlara cevap veren Risâle-i Nur’a da ilişmemesi gerektiğini belirterek, fikir platformunda verilecek mücadelenin eşit şartlara ve hür zemine ihtiyaç gösterdiğini kaydediyor.
Özellikle karikatür kriziyle gündeme gelen tartışmalara ışık tutan ilginç bir örnek de şu:
Kastamonu mektuplarından birinde Bediüzzaman, “baştan sona Kur’ân ve Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, Kur’ân ve Peygamber Aleyhisselâmın azamet ve haşmet-i maneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan matbu bir eser”den söz ederken, “Hizbüşşeytanın Peygamber (a.s.m.) ve Kur’ân hakkında mesleklerince söyledikleri tabiratı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş. Beni çok müteessir etti” dedikten sonra şu dikkat çekici değerlendirmeyi yapıyor:
“Muannid mülhidlerin kurdukları çürük ve vâhî hud’aları (saçma, önemsiz hileleri) örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz ve o şeytanet perdeleri kıymetsiz ve mukavemetsizdir.”
Ardından da söz konusu kitabı merak edip bakmanın sâfi kalbleri bulandırıp, en azından vesvese ve evham vereceği uyarısında bulunarak, şu tavsiyeleri dile getiriyor Said Nursî:
“Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp bakılmasın. Belki ehemmiyetsiz, dinsizcesine bir paçavradır bilinsin. Böyle şeylere karşı müteyakkız davranmak ve faaliyetlerini ziyadeleştirmek lâzım geliyor. Fena şeyle zihnen meşgul olmak da fena olduğu için kısa kesiyorum.” (Kastamonu L., s. 112-3)
Vaktiyle yıllarca gündemde tutulan ve Humeynî’nin idam fetvasına konu olan Selman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri adlı hezeyannamesi ve Teslime Nesrin’in bazı Müslümanları sokağa döken provokatif zırvaları için olduğu gibi, karikatür tahrikine ve muhtemel benzer tertiplere karşı da takınılması gereken doğru tavrın ölçüsü işte bu sözlerde:
Merak etmemek ve ettirmemek. Ciddîye almaya değmeyecek önemsiz ve dinsizce paçavralar olarak görüp bir an önce gündemden düşürmek. Ve aslî hizmetleri ziyadeleştirmek.
İslâm bugüne Şeytan Âyetlerine cevap yetiştirerek değil, Kur’ân âyetlerine sarılarak geldi.

İsrail’e karşı Filistin cihadı
Üç dinin kutsal mekânlarını ve sâliklerini bünyesinde barındıran Filistin, Osmanlı hakimiyetinde olduğu dört yüz yıl boyunca barış, huzur ve sükûnet içinde yaşamıştı. Ne zaman ki Osmanlı çekildi; tılsım bozuldu, kaos ve kargaşa başladı.
Osmanlının bu topraklara getirdiği huzur, fanatik Yahudiler tarafından da itiraf edilmekte ve bunlardan biri, tek gözünü kapatan siyah bantın oluşturduğu korsan görüntüsüyle hafızalarda iz bırakan bir Yahudi: Moşe Dayan.
Lübnan’daki BM Barış Gücü Sözcüsü Timur Göksel Dayan’ın şu sözünü nakletmişti: “Biz Osmanlının millet sistemini buralara alsaydık, Filistin meselesi olmazdı.”
Göksel, İsrail’in sonradan bu sistemi uygulamaya çalıştığını, ama artık Filistin’de milliyetçilik doğduğu için başarılı olunamadığını ifade ediyor.
İsrail’in gerçekten böyle bir girişimi oldu mu; araştırılması icab eden bir konu. Ama Filistin meselesinin bu hale gelmesinden sosyalist Arap milliyetçiliğinin de sorumlu olduğu, bir vâkıa.
Said Nursî Filistin meselesinde Yahudilerin kazandığı muvakkat “başarı”yı, Benî İsrail enbiyasının mezaristanı olan Filistin’e millî ve dinî bir duyarlılıkla sahip çıkmalarına bağlıyor.
“Çabuk tokat” yememelerinin sebebi bu.
Yoksa, bizzat Kur’ân’ın tesbitiyle, hayatı sevme ve dünyaperestlik noktasındaki ifratları yüzünden her asırda zillet ve meskenet tokadı yemeye müstehak olan Yahudilerin koca Arap âleminde dayanabilmeleri asla mümkün değildi.
Bediüzzaman’ın Şuâlar’da yaptığı (s. 435) bu tesbit ışığında İsrail’in dününü, bugününü ve yarınını değerlendirdiğimizde şu neticelere ulaşırız:
İsrail kurulmasını, güçlenmesini ve bugüne kadar ayakta kalmasını, söz konusu dinî ve millî duyarlılığa borçlu. Filistinliler başta olmak üzere Arap âleminin İsrail karşısındaki mağlûbiyeti ise, bu duyarlılığa İslâmî şuurla değil, temelsiz, çürük ve dağınık bir sosyalist Arap milliyetçiliği ideolojisi ile mukabele etmelerinden kaynaklanıyor.
Ancak gelinen noktada, bu durum büyük ölçüde değişmiş görünüyor. Yahudileri ayakta tutan dinî ve millî duyarlılığın yerini yine aşırı hayat sevgisi ve dünyaperestlik aldığı için, bu kavim tarihte alışık olduğu zillet ve meskenet tokadını tekrar yemeye müstehak hale gelmiş durumda.
İsrail’in vahşi ve hunhar politikalarıyla kendisini gösteren saldırganlığı, kendi hayatını ciddî tehlike içinde gören dünyaperest ve kronik bir ruh hastasının yaşadığı paranoyayı yansıtıyor.
Ama bu paranoya ile irtikâb ettiği cinayet ve katliâmlar, kendi kaçınılmaz âkibetini biraz daha çabuklaştırmaktan başka bir netice vermiyor.
Sosyalist Arap milliyetçiliğinden büyük ölçüde uzaklaşan Filistin tarafı ve Arap âlemi, dinine, inançlarına ve bunların gereği olan sağduyu çizgisine yaklaştığı ve sarıldığı ölçüde başarılı olacak; İsrail karşısındaki yarım asırlık mağlûbiyetine son verip zaferi göğüsleme imkânını bulacak.
Bu açıdan, bilhassa Filistinliler son derece akıllı, dikkatli, temkinli ve dirayetli hareket etmeleri gereken çok kritik bir kavşak noktasındalar.
Yarım asırlık tecrübe şunu gösterdi ve öğretti ki, bilhassa taraflar arasında kuvvet dengesinin bulunmadığı bir durumda, tutarlı stratejilere dayanmayan ve körlemesine yürütülen silâhlı mücadelelerle netice almak mümkün değil. Silâh, ancak dahilde tam bir ittifak, hariçte ise diplomasi ve kamuoyu desteği gibi unsurlar arkasına konulabildiği ve sadece gerektiği zaman gerekli olduğu ölçüde kullanıldığında etkili olabilir.
Sivilleri hedef alan intihar eylemleri ise, masumlara zarar vermenin vebalini getirir; düşmanın elinde koz olmaktan başka işe de yaramaz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*