Şu dünya gayet Kerîm bir Zâtın misafirhânesidir

Şu dünya gayet Kerîm bir Zâtın misafirhânesi; insanlar dahi O’nun misafirleri, memurları; istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firâk sillesini dâimâ yiyen bîçare insana, birden “Ebedî, bâkî bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerâna ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i Cemâline de muvaffak olursun” denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at; mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz:

• Meselâ, senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenâzelerle dolu. İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlûmların vâveylâsıdır. İşte, biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab şekline girse, düşman gördüğümüz kimseler kardeşler sûretine dönse, o müthiş cenâzeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse, o yetimâne ağlayışlar senâkârâne “Yaşasınlar!” hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar, terhisât sûretine dönse, kendi sürûrumuz ile beraber herkesin sürûruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrûrâne olduğunu elbette anlarsın.

İşte Mi’rac-ı Ahmediyenin (asm) bir meyvesi olan nur-u imândan evvel şu kâinatın mevcudâtı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit yabancı, muzır, müz’ic, muvahhiş ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenâze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firâk ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mi’rac olan hakâik-ı erkân-ı imâniye nasıl mevcudâtı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden azad etmek; ve sadâlar, birer tesbihât hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

• İkinci temsil: Senin ile biz, Sahrâ-i Kebîr gibi bir mevkîdeyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzâr edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte, o sahrâ-i kebîr bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisât içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudât ve bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan, istikbâli müthiş zulümât içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mi’rac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet Kerîm bir Zâtın misafirhânesi; insanlar dahi O’nun misafirleri, memurları; istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.
Sözler, Otuz Birinci Söz, 4. Esas, 5. Meyve, s. 951

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*