Hayatı veren de, ölümü veren de O’dur (cc).
İnsan, cemaat olmanın tadını bir hüzün durumunda daha iyi anlıyor.
Babamın vefatı dolayısıyla illerden gelen hatimler, Yasinler, Fatihalar, duâlar adeta bize nefes aldırdı. Biz de onlara duâlar ettik, onların varlığına şükrettik.
Bizzat cenaze merasimine katılanlar, telefonlarla ulaşıp üzüntümüzü paylaşanlar ve şimdilerde de ev ziyaretleri yapan dostlarımız bize yalnız olmadığımızı, maddî ve manevî olarak bir seçkin insan topluluğunun arasında olduğumuzu hissettirdi. Evlerimize ziyarete gelen dostlarımızın adeta ellerinde birer Yasinle, Fatiha ile, bir Nur dersi ile gelmeleri bizi maddî ve manevî huzura götürdü. Kendimizi daha bir güçlü hissettik.Özellikle de taziye evlerinde ‘Taziye Risalesi’nin bulunması gerektiğine ve mutlaka ziyarete giden Nur Talebelerinin dersler yapmalarının gerekliliğine bir kez daha inandık. Çünkü bu dersler oradaki acılı, hüzünlü insanlara sunulabilecek en güzel ikram olsa gerektir. Buralara gelen insanlara ölümü neden yarattığının, hikmetlerinin Nur dersleriyle izah edilmesi ortamı daha bir anlamlı ve istifadeli hale getiriyor.
Bugünlerde Yirminci Mektup’u okuyoruz. Her bir kelimesinde müjdeler var, şifalar var. Buradaki her bir kelime farklı bir manevî hastalanmayı önlüyor ve hastalık varsa tedavi ediyor.
İnsan bu dersi okurken, Allah’a iman, marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniye kapılarından geçip, dünyevî ve uhrevî huzura ulaşıyor. Bu kapılardan girip de insanın şifa bulmaması, manen rahat bir nefes almaması mümkün değildir.
İsm-i azam mertebesindeki kelime-i tevhidiye ile yapılan duâları Allah kabul ediyor.
Peki bu kelimelerde insan ne buluyor?
Öncelikle Sahibini buluyor. Zaten sahip, malik olunca pek çok hastalanma yok oluyor.
İnsanın başıboş, sahipsiz olmaması, hakim rahim bir sahibinin olması, ihtiyaçlarına cevap bulmasını ve düşmanlarından, korktuklarından onun emin olması anlamına geliyor. Zaten bu da, insanın kalbini vahşet-i mutlakadan ve ruhunu hüzn-ü elimden kurtarıp, ebedî bir ferahı ve daimî bir süruru temin ediyor.
Diğer on bir kelimede de ayrı ayrı şifalı müjdeler var. Mesele dördüncü kelimeye baktığımızda da, insanın, ‘sahip oldum, benim, malikim’ dediği ve kalbini bağladığı şeylerin kendisinin olmadığına, onların birer emanet olduğuna, insanın da bir köle gibi o emanetlerde çalıştığına dikkatler çekilmiş. Tabiî niye böyle bir yorum yapılıyor? Çünkü fani insanın; dünyalık, geçici, fani şeylere kalbini bağlamaması gerektiği üzerinde duruluyor. Fani olanın fani olanı istememesi icabediyor.
Tam bir tedavi edici olarak ‘yuhyi’ ve ‘yumit’ kelimeleri bir tedavi ünitesi adeta. Bu kelimeler de insanın yüzünü dönmesi gereken ebedî âleme dikkatleri çekiyor. Hayatı Veren varsa, o hayatın gereklerini yerine getiren varsa, bu hayatın da âlî gayeleri varsa, o zaman insana düşen ve yakışan da hayatın safasını sürüp, zahmetini çekmemektir.
İşte en az hayat kadar dikkat çekici bir diğer kelimemiz de ve ‘yumit’tir. Ölüm de hayat kadar inceliklerle dolu ve her aşaması bir yaratılmanın ürünüdür.
Bu konuyu merhum babamın taziye merasimlerinde ders yaparken, şu aşağıdaki kelimeler adeta beni kucağına alıp, ruhumu, kalbimi teskin etti ve dinlendirdi.
Ve ’yumit’ kelimesi, hem ölümden bahsediyor, hem de ölüm dersini dinleyenlere, ‘Sizlere müjde!’ diyordu. Bu kelime bizlere adeta bağırarak ölümün ne olmadığını anlatıyordu. “İşte şu kelime, şöylece fani cin ve inse bağırır, der ki: Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedi değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil.’
İnsanın hatırına, ‘Madem ölüm bunlar değil, o zaman ölüm nedir?’ sorusu geliyor.
“Belki, bir fail-i Hakim-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır, saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslilerine bir sevkiyattır, yüzden doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
Şifa dolu kelimeler, içimizdeki, iman zaafı ile oluşan ‘sahipsizlik’ duygusunu yok ediyor, başımıza gelen her halin merhamet sahibi bir Sahibimiz tarafından özel olarak geldiğini, hikmetsizliğin olmadığını, abesiyetin olmadığını bizlere hatırlatıyordu.
Mukaddimenin ilk cümleleri ise, hakiki saadetin, halis sürurun, şirin nimetin, safi lezzetin iman dairesinde, marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu ve ‘Onlar, onsuz olamaz.’ diyerek, bir gerekliliğe bizi inandırıyordu.
‘Kelime’ler birer sırlı hazine gibi, insanı sahipsizlikten, başıbozukluktan kurtarıyor, maddî ve manevî her halinin bir merhametli yaratıcı tarafından gözetildiğini ifade ediyordu.
Durumun aksi ise düşünülemeyecek kadar dehşet verici idi. Yoksa insan sahibini bulmazsa, malikini tanımazsa, bu perişan dünyada avare insanlık nevî içinde aciz, miskin bir şekilde, -kalabalıklar içerisinde annesini kaybetmiş bir çocuğun hali gibi bir hale,- bir perişaniyete düşecektir. Doğrusu böyle bir insan, ‘bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?’
Oysa, O (cc) varsa, her şey var.
O (cc) dost ise her şey dosttur.
Benzer konuda makaleler:
- Doktorluk mesleği, hastalıklar, hastalar hakkında kısa bir değerlendirme
- Hak etmeden gelen, hak ettiği ile gider
- İnsan, nasıl sahipsiz olur?
- Süre doldu, kaldırın kâğıtları!
- Şahısları cilalama yarışı
- Ne mutlu o insana ki…
- Cemaat fikrinin kudsî daireleri
- Şükredilmeden tüketilen nimetler hastalık mı yapıyor?
- Evlât acısına karşı iman kuvveti
- İnsan, makbul bir misafir-i Rahman
İlk yorum yapan olun