Tarih de tahrif ediliyor

Taklit, tahrif, uydurma… Ne kadar itici, tırmalayıcı, rahatsız edici tâbirler.
Buna mukabil: Asıl, asîl, asâlet…

Ne kadar güzel tâbir ve târiftir bunlar.
Bunları buldukça, bildikçe ve bilhassa yakınlaşıp kaynaştıkça, insana huzur ve emniyet veriyor… Öyle ya, asıl, esas demektir, yapının temeli demektir.

Atılan temelin harcındaki malzeme ne kadar asîl olursa, o bina da o derece sağlam ve güvenilir olur. İşte, asâlet budur.
Asıl olanı buldun mu, asîl olana vardın mı, asâlete erdin mi, şüphe yok ki rahat eder, huzura nail olursun.

Aksi takdirde, “Ne kendi etti rahat, ne âlem buldu huzur” durumuna düşersin.
Bu deyim, bilhassa Sultan II. Abdülhamid için kullanılmış. 33 yıl saltanat sürdüğü halde, onun hakkında Ne kendi etti rahat, ne âlem buldu huzur” denilmiş.

Meclis’i kapatan, Anayasayı rafa kaldıran ve Meşrûtiyeti askıya alan “şefkatli padişah” Sultan Abdülhamid, devlet idaresinde “Meclis’in dehâsı” yerine kendi dehâsını kullandı; “kànun kuvveti” yerine şahsî otoritesini konuşturdu; Meşrûtiyet sistemi yerine de Mutlakiyet sistemini tercih etti.
Böyle yapmakla da, otuz yıl müddetle ne kendi rahat edebildi, ne de millet huzur buldu… Oysa, irade Meclis’te, kuvvet kànunda ve idarî sistem “Meşrûtiyet–i Meşrûâ”nın elinde olmalıydı.

Evet, asıl olan buydu. “Saadet Asrı”nın mesûdâne tablosu da, bu hakikatin en bâriz bir göstergesidir.
O zamanda hükümfermâ olan “şahıs hegemonyası” değil, meşveret ve şurâ idi.
* * *
Şefkatli bir zât olan Sultan Abdülhamid, devr–i iktidarında her ne yaptıysa, yine de “hüsn–ü niyet” ile yapmıştır. Bunda şüphe yoktur.
Onun hatası, etrafındaki müdahanecilerin tesirine kapılarak “tek adam”a dayalı otoriter bir sistem kurmak sûretiyle, yönetimde düştüğü usul/metot hatasıdır.

Bediüzzaman’ın tâbiriyle “menfî siyaset” metodunu kullanmasıdır, en önemli hatası. Üstad’ın sözü tam olarak şöyledir: “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfî siyaset nâmına—istifade edildi zannıyla—şeriata gelen tecavüzü gördünüz.” (Sünûhat, s. 67)
“İçtimaî kusurat” kabilinden olarak (T.H., s. 62), Sultan Abdülhamid için bir yerde “istibdada mecbur kaldı” da denilebilir.

Fakat, ondan sonra ve hatta günümüzde, üstelik hiç mecburiyetleri olmadığı halde, adeta “Kraldan fazla kralcı” kesilen bir tavırla, hazine değerindeki bazı varlıklarımız, ne yazık ki tahrif ile tahrip edilmeye çalışılıyor.

Meselâ, Kur’ân’ın malı olan Nur Risâleleri tahrif ediliyor.
Meselâ, şânlı tarihimiz ısrarla ve inatla tahrif edilmeye çalışılıyor.
İşin en üzücü bir tarafı da, yapılan aynı tahrifat üzerinden ayrıca nemâlanmaya çalışılıyor.

Kimi çok para kazanmak için, kimi şân–şöhret kazanmak için, kimi de birilerine yaranmak, gözüne girmek sûretiyle makam–mevki kazanmak için…

Yapılan tahrifat neticesinde şunlar husûle geliyor:
* Yeni nesiller, asıldan uzaklaştırılıp taklitlere yönlendiriliyor.
* Bir hakikatin aslî yapısı ve orijinal hali yerine, tahrif edilmiş ve başkalaştırılmış hali revaç bulmaya başlıyor.
* Asla ve asâlete bağlanmak yerine, uydurma örneklere rağbet edilme bahtsızlığı yaşanmaya başlıyor.

Bu noktada, şu husu asla göz ardı edilmemeli ki: Asîl bir hakikate en büyük zararı veren, o hakikatin zıddı, muhalifi veya muarızı değil; belki, en çok zarar veren, o hakikatin aynısı olmayıp, ona en çok benzeyenidir. Ki, böyle şeyler de, taklit, uydurma, çakma, asıldan bozma gibi tâbirlerle yâd ediliyor.

“Asıldan bozma” ise, “açıktan düşmanlık”tan beter bir muamele hükmünü alır.
Evet, harbî düşman, dost sûretindekilerin yapmış olduğu “asıldan bozma”, dolayısıyla “raydan saptırma” gayretkeşliği kadar zarar vermez.
Meselâ, Sultan Fatih’in haricî düşmanları, “fetih ruhu”nu yerlilerin yaptığı “Fetih 1453” filmindeki kadar yaralayamaz.

Zira, Fetih hadisesinden söz eden hariçteki hiçbir muarız, Sultan Fatih’i nesebi gibi ne idüğü de belirsiz ve tamamen kurguya dayalı “Era” isimli bir kız figürünün gölgesinde bırakarak anlatmaz; anlatsa da sözünü kimseye dinletemez.

Ama, bu tarz bir münasebetsizliği içerden birileri yapınca, tamamen uydurma olan şeyler bile iyi niyetli kılıflar bulunmaya çalışılır.

Aynı durum, ihtişamlı Kànunî devrini anlatan filmler için de geçerli.

Şânlı tarihimizi tahrif etme yarışını kazananların nazarında, en önemli şey, seferden sefere koşturan gerçek bir Sultan Süleyman figürü değil, belki daima saray entrikaları ile meşgul olan bir hayalî “Hürrem Sultan” figürüdür.

Yani, yaptıkları filmin ana kurgusu, illâ ki şekilden şekle, kılıktan kılığa sokabilecekleri bir “kadın unsuru” etrafında şekillenmesi gerekiyor.

Bu, şanlı tarihi hafif almak, alay etmek ve basite ingirgemek demektir.
Tuhaftır, yazılarımıza eleştiri gönderenlerin yorumlarında, aynı alaylı tavır açıkça görülüyor. Demek ki, bakış açıları aynı.
* * *
Şimdi, bazıları yine çıkıp şu tarz itirazlarda bulunabilir: Yapılan şey, belgesel değil, kurgusal bir sinema filmidir. Filmlerde olur böyle şeyler.
Tamam işte, biz de yapılan şeyin ne olup ne olmadığını yazıp anlatmaya ve gerçekleri olduğu gibi insanlarımızla paylaşmaya çalışıyoruz.

Ne var ki, gerek değerli eserleri ve gerekse tarihî hakikatleri tahrif ederek piyasaya sürenler, yaptıkları propagandalarla, sanki o eserin gerçek mânâsını ve o tarihî hadiselerin hakiki vechesini anlatıp nazara veriyorlarmış gibi davranıyorlar.

Hiç tereddütsüz, sunumları öyledir. Üstelik, orijinalden fersah fersah uzak durdukları halde, kapaklarda ve afişlerde orijinal isimleri kullanmaktan çekinmiyorlar.

Adeta, “Kànunî budur, Fatih budur, fetih böyledir, Nur Risâlesi işte budur” demeye getiriyorlar.
Unutmayalım bir yanlış öğretileni düzeltmek, sıfırdan öğretmeye çalışmaktan çok daha zor bir iştir. (Bu noktayı, uzman hocalar, özellikle müzik dersi verenler gayet iyi bilir.)

Yanlışı düzeltmede ve doğruyu öğretmede karşımıza çıkan en büyük zorluklardan biri de şudur: Bir eser veya bir tarihî hadise üzerinde tahrifat yapanlar, hakikatte var olan bazı şeyleri yokmuş gibi ve olmayan bazı şeyleri de varmış gibi gösterme veya yansıtma hatasına düşüyorlar.

Nitekim, tahrif edilmiş Risâlelere baktığımızda da, benzer bir anlayışla beyaz perdeye yansıtılan tarihî filmlerde de, aynı azim hatanın zincirleme devam edip gittiğini görmekteyiz.

Oysa, asıldan hiçbir şekilde uzaklaşılmamalı, asâletten asla tâviz verilmemesi gerekiyor. Aksi takdirde, yapılan şey yarardan çok zarar verir. Nitekim veriyor.

Yazımızı, tekraren okunup üzerinde uzun uzun mütalaa edilmesi gerektiğine kanaat getirdiğimiz, Üstad Bediüzzaman’ın veciz bir ifadesiyle noktalayalım: “Mehazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl (vasıta, vesile) ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o mehazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur.” (Mektubat, s. 307)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*