Tarihe damgasını vuran âlim: BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ (1878-1960)

Bediüzzaman Said Nursî’nin doğduğu yıl Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya’yla savaşmaktaydı.

Nisan 1877’de, Rusya’nın savaş ilânıyla Kafkas ve Balkan Cephelerinde başlayan çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli olarak geri çekilmesi ile sonuçlandı. Savaşın sonunda Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Osmanlı, Balkanlarda ve Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti. Osmanlı Devletinin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı, uzun yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı.

Bediüzzaman Said Nursî, yeni bir devrin başlangıcı sayılan bu gelişmeler yaşanırken dünyaya geldi. 1878’de Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs Köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Tağ Köyü’ndeki medresede öğrenim hayatına başladığında sekiz yaşındaydı. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, birçok medresede kısa sürelerle bulunarak ders aldı. Sonunda, Doğubeyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmed Celali’nin Medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü. İcazetini alarak Doğubeyazıt’tan ayrılan Said Nursî, son derece hareketli geçen tahsil hayatında, çok genç yaşta iken klâsik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip oldu.

Doğudaki ilim merkezlerine tek tek giden Said Nursî, o dönemin medrese âlimleri arasında gelenek halinde olan ilmî münazaralara katıldı. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalâa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları dolayısıyla, zamanın âlimleri ona “Bediüzzaman” lâkabını uygun görmüşlerdi.

1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre’ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursî, 1894’te Mardin’e geldi. Burada hak ve hakikatleri çekinmeden söylemesi bazı kesimleri rahatsız edince Bitlis’e sürgün edildi. Bitlis’e gelen Bediüzzaman’ın ilmî vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslâmî ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalâa ederek çalışmasına müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman’ın İslâmî ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmî üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursî, Vali Hasan Paşa’nın dâveti üzerine gittiği Van’da on yıl kadar kaldı. Hasan Paşa’nın yerine tayin olunan İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursî ile ilişkilerini devam ettirmiş ve aralarında samimî bir dostluk kurulmuştu. Said Nursî, burada Paşa’nın kütüphanesindeki pozitif bilimlere ait kitapları da inceleyecek çalışma imkânı buldu.

Said Nursî, Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleri ile müsbet ilimlerin mezcedilerek (kaynaştırılarak) okutulması gerektiği kanaatine vardı. Hatta bu yolda eğitim esasları ve yönetim şekliyle bir de üniversite projesi zihninde teşekkül etmiş, bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversiteye, “Medresetüzzehra” adını vermişti.

Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, bir yandan da kendine ait Horhor Medresesi’nde ders veriyordu. Tahir Paşa, bir gün ona, konağa getirilen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmanın haberini okudu.

Habere göre Gladstone elinde bir Kur’ân-ı Kerim ile kürsüye gelerek: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’ân’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti. Bu söz Said Nursî’nin dünyasında fırtınalar koparmış ve hayatının belki de en önemli kararını vermesine yol açmıştı. Gladstone’un sözüne karşılık olarak, “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak “Kur’ân’ın bu asra bakan manevî mu’cizesi”ni insanlara ispat ederek gösterme kararını verdi.

Van’ın, Said Nursî gibi bir deha için çok küçük olduğunu düşünen tecrübeli Osmanlı Paşası Van Valisi Tahir Paşa, onu İstanbul’a gitmesi için teşvik ediyordu. Ve nihayet Said Nursî, 1907 yılının başlarında İstanbul’a gitmeye karar verdi. Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin kaynaştırılarak okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Tahir Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e hitaben yazdığı referans mektubunu alan Bediüzzaman, önce karayoluyla Trabzon’a, oradan da gemiyle İstanbul’a gitti.

İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşti. İlk iş olarak, Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi Padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sundu. Ancak, hükümet dilekçenin konusu olan üniversite projesinin önemini kavrayamadı ve bunu gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Bediüzzaman, İstanbul’a gelişinden iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı. Burada odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallolunur; fakat sual sorulmaz” diye bir yazı astı. İçerisinde âlimlere ve aydınlara gizli bir meydan okuma da bulunduran bu dâvet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı.

İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes bu Şarktan gelen keskin zekâlı ve garip kıyafetli adamı konuşmaya başladı. İnsanların yavaş yavaş bu genç âlimin etrafında toplanmaya başlaması hükümetin evhamlanmasına sebep oldu. Birkaç kere tutuklandı ve serbest bırakıldı. Said Nursî’den kurtulmak isteyen hükümet, onu bir defa da tımarhaneye gönderdi. Bunun muhalifleri sindirmek için başvurulan bir yol olduğunu bilen Said Nursî: “Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum” diyerek kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Toptaşı Tımarhanesi doktorunun, “Eğer bu adamda zerre kadar cünun (delilik) varsa dünyada akıllı adam yoktur” diye rapor vermesiyle de serbest bırakmadılar ve tımarhaneden alarak hapishaneye gönderdiler.

II. Meşrûtiyet Devri
Said Nursî’nin hapiste olduğu o günlerde İstanbul kaynıyor, meşrûtiyet ve hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilân edildi. Meşrûtiyetin üçüncü gününde, Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti anlatan bir nutuk okudu. Daha sonra İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selanik’e giderek, Selanik Meydanı’nda tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin yayınladığı “Hürriyete Hitap” adlı nutkunda, meşrûtiyet ve hürriyet kavramlarının İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatıyordu.

31 Mart 1909 tarihine gelindiğinde ayaklanma başlamış ve başşehir İstanbul’un kargaşası had safhaya ulaşmıştı. Bu karışıklığın üçüncü gününde Said Nursî, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınlamış ve dördüncü gününde de Harbiye Nezaretine gidip isyan eden askerlere hitap ederek onları üstlerine itaat etmeye ve isyana son vermeye dâvet etmişti. 11 gün süren isyanı Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu bastırdı ve sıkıyönetim ilân etti. İsyanın elebaşıları o zamanın sıkıyönetim mahkemesi olan Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanarak bir çoğu idam edildi. Yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, Bediüzzaman da, olaya karıştığı iddia edilerek tutuklandı ve Divan-ı Harb-i Örfi’de idam talebiyle yargılandı. Duruşma sırasında ikna edici bir üslûpla yaptığı müdafaa sonunda beraat etti.

Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrılan Said Nursî, deniz yoluyla İnebolu üzerinden Trabzon’a, oradan da Batum, Tiflis güzergâhını izleyerek 1910 yılı baharında Van’a ulaştı. Birkaç ay Horhor Medresesinin yeniden düzenlenmesi işiyle meşgul olduktan sonra; Hakkâri, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, bölgedeki aşiretleri ziyaret etti. Onların meşrûtiyet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrûtiyet ve meşveretin İslâmî temellerini onlara anlatarak meşrûtiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münâzarât” adı altında yayınladı.

Kış mevsiminin girmesiyle birlikte Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam’a gelen Said Nursî, âlimlerin dâveti üzerine Emeviye Camii’nde bir hutbe verdi. İslâm dünyasının siyasî, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını anlattığı hutbesi “Hutbe-i Şamiye” adı ile neşredildi.

Şam’dan İstanbul’a gitmek üzere yola çıkan Said Nursî, “Medresetüzzehra” adını verdiği üniversitenin projesini Sultan Reşad’a iletmek amacıyla İstanbul’a gitmeye karar verdi. Karayoluyla Beyrut’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a geldi. İstanbul’da Sultan Reşad’ın tahta çıkışının ikinci yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, Padişahın Rumeli seyahatine Şark vilayetlerini temsilen iştirak etti. İstanbul’dan Selanik Limanı’na Barbaros zırhlısı ile gelen kafile, daha sonra trenle, o yıllarda Kosova Sancağı’nın başşehri olan Üsküp’e gitti.

Seyahatin Üsküp’deki bölümünde, burada kurulması planlanan Üsküp Üniversitesi’nin temeli atıldı. Ancak bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları başladı ve Üsküp Üniversitesi’nin yapımı mecburen durdu. Said Nursî, Doğu’nun böyle bir üniversiteye daha çok ihtiyacı olduğunu Sultan Reşad’a anlatarak, Üsküp Üniversitesi için ayrılan tahsisatla Doğuda bir üniversitenin kurulmasını teklif etti. Bu talebi hükümetçe kabul edildi. Böylece Medresetüzzehra için istediği kararı hükümetten çıkaran Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılarak Van’a döndü. Medresetüzzehra’nın temeli, 1913 yılının yaz aylarında, Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmî görevlilerin katıldığı bir merasimle, Van Gölü kıyısındaki Artemit’te atıldı.

Ancak bu defa da I. Dünya Savaşı’nın başlaması bu projenin de ertelenmesine sebep oldu. Said Nursî de talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilâtı’nı kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı. Savaşın en çetin anlarında bile Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş olduğunu ispat yolunda telifata devam ediyordu. Kur’ân’ın mu’cizeliğini çağın insanına göstermek için telifine başladığı “İşârâtü’l-İ’câz” adındaki tefsirini cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine yazdırıyordu.

Bitlis savunması sırasında bir çok talebesi şehid olmuş, yanında yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece, Rus hatlarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı ve bir ayağı kırıldı. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak bir su arkının içinde otuz saat bekledikten sonra Ruslara teslim olmak zorunda kalan Said Nursî önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya sevk edildi.

Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar, onun, Kosturma’daki Tatar mahallesinde bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler. Bediüzzaman, Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor, hem de iman sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını da böylece yakalamış ve bütün hissiyatını, fikirlerini gözden geçirmeye başlamıştı. Bu tefekkür kendi tabiri ile onu “Eski Said’den Yeni Said’e” götüren yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.

Şubat 1917’de başlayan Rus ihtilâli, Rusya’yı alt üst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. İhtilâlin sebep olduğu bu karışıklıktan istifade eden Said Nursî firar etti. Kosturma’dan Petersburg’a geçerek Varşova’ya gitti. Buradan da Viyana’ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul’a geldi. Yaklaşık iki buçuk yıl süren esareti sona ermişti.

Bediüzzaman, Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul’a gelişine birinci sayfada yer vermişti.
Bediüzzaman’ın, I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmî vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul’da kurulma aşamasında olan Dar-ül Hikmet-il İslâmiye’ye onun da aza olarak tayin edilmesini hükümete teklif etti. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin teklifi ile de Sultan Vahidüddin tarafından kendisine İlmiye’de Mahreç payesi verildi. “Mahreç Mevleviyyeti” olarak da anılan bu paye, Osmanlı ülkesindeki bütün resmî ulemanın reisi olan ‘Başmüderris’ten sonraki ilmi rütbe anlamına geliyordu.

Bediüzzaman, ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı. Bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’ın emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu. Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte’yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu’da başlayan İstiklâl Savaşı’nın ve Kuva-yı Milliye’nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislâm fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklâl Savaşını ‘cihad’, Kuva-yı Milliyecileri de ‘mücahid’ ilân ederek Anadolu’daki İstiklâl mücadelesini destekledi.

İstanbul’da bütün bunlar olurken, Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Bediüzzaman’ın çalışmalarını ve mücadelesini çok yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit defalar çektikleri telgraflarla Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya dâvet ediyorlardı. Eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı dâvetleri sonucu, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitti.

Bediüzzaman, 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen resmî hoş geldin merasimiyle karşılandı. Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz kılmadıklarını gören Said Nursî, bir beyanname yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye dâvet etti. Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması ile sonuçlanınca, bazı çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursî’ye yirmi-otuz Mebusun da bulunduğu bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek: “Paşa! Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.

Bediüzzaman Ankara’da kaldığı takdirde kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dinî makamı olan Şark Vilayetleri Umumî Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk verilecekti. Ancak Said Nursî, bütün bunları reddetti. Ankara’daki siyasî havadan oldukça rahatsız olmuştu. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında Van’a gitti.

Devamı yarın…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*