Taşköprülü Sadık Bey

(Vefatının 40. yılında rahmet duası vesilesiyle…)

Cesaret, güzel haslet.

Cesur, kahraman, yiğit, mert, metin, heybet, mehâbet, şecaat, haşmet, şehamet, ihtişam, muhteşem gibi muteber addedilen sıfatlar ancak bu haslet sayesinde yaşanabilir.

 

Eğer cesaret şahsî kazanç veya şöhret hırsının inhisarından kurtulur; vatan, millet, cemiyet, insanlık için çalışma, zayıfı koruma, muhtaçlara yardım etme meziyeti hâline gelirse, o sıfatlar bazı zamanlar yaşanmakla kalmaz, ömür boyu taşınır. Hatta, yaşanan zamanı aşar ve ebedîleşir.

Bu hasletin muayyen bir yaşanma zamanı, yeri ve şartı yoktur. Hak, hukuk ihlâl edildiği veya memleket işgale uğradığı takdirde kullanmak vatan ve vicdan borcu hâline gelir.

Bu itibarla, ihtiyaç zuhur ettiği zaman savaş meydanlarından esaret zindanlarına, mahkeme salonlarından hapishane koğuşlarına kadar hayatın her safhasında, her hâl ü kârda kullanılabilir.

Cesaret zahiren ferde münhasır gibi görünse de aslında millî ve nesebîdir. Bazı milletlerde, hassaten hanedan hususiyetli ailelerde ekser fertlerin fıtratları bu hasletle mücehhezdir.

Bu hasletler o ailelerde, cemiyetlerde ve milletlerde nesilden nesle intikal ederek yaşatılır. Şahsî veya millî bir mesele meydana geldiği zaman hasletler onlarda da harekete geçer ve hayat bulur.

Ailelerin ve cemiyetlerin yanı sıra milletler de yetiştirdikleri cesaretli, kahraman ve fedakâr fertler sayesinde huzurlu, mutlu, müferrah bir hayat yaşarlar ve başkalarına örnek olurlar.

O fertlerin kimi savaş meydanlarında gösterir cesaretini, kimi esaret zindanlarında. Kimi düşman akınlarının önünde kahramanca durur, kimi haksızlıklar karşısında merdâne dikilir.

Kimi feleğin kahrına, zamanın cilvelerine metanetle karşı koyar. Kimi bu uğurda hayatını feda eder, kimi hürriyetini. Ama ölenler şehadet mertebesi kazanır, kalanlar esir de olsa hür yaşar.

Yani kimi Malkoçoğlu olur, kimi Köroğlu, kimi Bediüzzaman.

Cesur insanlara yakın olanlar, onları örnek alanlar ve cesaretlerini onlar gibi kullananlar onlar gibi sevilirler, sayılırlar ve takdirle karşılanıp hayırla yâd edilirler.

Onların da kimi Sunguroğlu olur, kimi Ayvaz.

Kimi de Taşköprülü Sadık Bey.

***

Muhammed Sâdık Demirelli.

1902 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine bağlı Kadıköy’de doğdu. Babası binbaşı Mehmed Ali Bey, annesi Necmiye Hanımdır.

Mehmed Ali Bey, bir oğlunun doğduğunu haber aldığı zaman çok sevindi. Onun da ecdadı gibi cesur, mert ve asil bir insan olması dileğiyle oğluna Pilevne kahramanlarından biri olan dedesi Sadık Paşanın adını verdi.

Oğluna dedesinin adını vermesinin, onun sahip olduğu muteber sıfatları taşımasına yetmeyeceğini bilen babası ona, nesiller boyu o hasletleri taşıyan ecdâdına lâyık olacak bir aile terbiyesi vermeye çalıştı. Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i okumasını öğretti; ilim, san’at, edebiyat dersleri aldırdı.

Ailesinin bu hassasiyetine ve itinasına, disiplinli, düzenli, intizamlı bir şekilde çalışarak mukabele eden Sadık’ın ruhunda çocukluğundan itibaren cesaret hasletinin yanı sıra şairâne hisler de filizlendi.

Dedesi ve babası, Osmanlı Ordusunda yüksek rütbeli muvazzaf subay olduğundan o da aile geleneğine uyarak askerî okula gitti, Harbiye’de tahsil gördü ise de serazât bir fıtrata sahip olduğundan fazla devam etmedi.

Taşköprü’ye döndüğü zaman da devamlı orada kalmadı. Altında rahvan atı, belinde silâhı, üstünde efe kıyafeti ile dolaştı ve bulunduğu yerde haksızlığa meydan vermeyip zayıfın, fakirin, düşkünün yardımına koştu.

Cesareti ve himmeti Taşköprü ve Kastamonu ile sınırlı kalmadı. Sinop’tan Düzce’ye, Çankırı’dan Adapazarı’na kadar bütün bölgede ağa vasfı ve efe sıfatı ile nam salmaya başladı.

Sâdık Bey, kendi fıtratına sahip cesur, mert, asil insanlarla muhatap olduğu, o hasletlere sahip olan insanlar da onun yanında yer almaya çalıştığı için gittiği her yerde çevresinde iyi insanlar toplandı.

Lâkin onun namda, şanda, şöhrette gözü yoktu. İçinde hep ecdâdına lâyık olma ve onlar gibi vatanın, milletin menfaati için çalışma, zulme, haksızlığa karşı koyma gayesi vardı. Bunu lâyıkıyla yapamadığını düşünerek hep esef etti.

“Ecdâdına bak! Şan salmıştı cihana, hem de dü bâlâ,

Yok artık diyecek söz, hidâyet etsin sana Mevlâ.”

Güzel hasletler taşıma hasretini bu gibi mısralarla terennüm ettiği günlerde geldi yanına arkadaşı Hilmi Bey. O da Sadık Bey gibi mert ve cesur bir insandı. Şehirdeki bazı medreseleri yıktıran valiyi vurmaya giderken, kendisini yanına çağıran Said Nursî’yi tanıyınca kararından vazgeçmiş ve sık sık onun yanına gidip gelmeye başlamıştı.

Hilmi Bey, o hadiseden de bahsedip Bediüzzaman’ın Kastamonu’da olduğunu söyledi. İlk defa duyduğu bu isme karşı ruhunda farklı bir temayül hisseden Sadık Bey, kendisini ona götürmesini isteyince birlikte onun yanına gittiler.

Sadık Bey huzura çıktığında merak içindeydi. Ecdâdında gördüğü ve yaşamaya çalıştığı bütün hasletlerin, onun şahsında şahikalaştığını müşahede edince hâllerine hayran kalıp hizmetine girdi.

O, Said Nursî’den, temayüz ettiği vasfına ve taşıdığı sıfatına münasip emirler vermesini bekliyordu. Eline kitap verilip okuması ve yazması istenince biraz şaşırdı, ama yine de yaptı. Risâle-i Nurları okuyup yazdıkça böyle işlerin de fıtratına uygun olduğunu anladı.

Bunun üzerine atından indi, silâhını bıraktı, efe kıyafetini çıkardı. Masanın başına geçti, risâleleri açtı; eline kalem aldı, önüne kâğıt, mürekkep koydu ve okudu, yazdı, anladı, anlattı.

Hayatının artık hep bu şekilde devam edeceğini düşünüyordu. Bundan da memnundu. Fakat sıfatlarını ve vasıflarını kullanabileceği hizmet sahası Kastamonu havalisinde değil de Denizli Hapishânesi’nde açıldı.

Bir Ramazan günü önce Said Nursî’yi aldılar nezarete. Ardından Sadık Beyin, Mehmed Feyzi Efendinin, Çaycı Emin’in de aralarında bulunduğu on beş kadar Nur Talebesini. Said Nursî’yi on beş gün kadar nezarette beklettikten sonra Isparta üzerinden Denizli’ye sevk ettiler. Onu hapishânede daracık, basık, rutubetli bir hücreye hapsetmekle kalmadılar, zehirleyerek öldürmek istediler, öldüremeyince olmadık eziyetlere maruz bıraktılar.

Bediüzzaman’ın kimseyle görüştürülmediği ve çok zorluk çektiği günlerde getirildi Sadık Bey Denizli’ye. O da bir mahkûmdu ama tecrübeli ve asil davranışları sayesinde Süleyman Hünkâr, Mümtaz Acar, Dursun Atmaca gibi hapishanenin dayısı, ağası olan mahkûmlarla dostluk kurdu.

Onların sevgisini ve itimadını kazandıktan sonra ilk olarak Said Nursî’nin etrafındaki katı tecrit halkasını kırdı. Gardiyanları ikna, meydancıları da memnun ederek kendisinin yaptığı yemekleri gönderdi.

Ona günde iki defa birkaç çeşit yemek gönderiyordu. Bir gün ondan “Bir günde iki defa yemek gönderme. Hem her gün gönderme. Çünkü Ispartalılar da gönderiyorlar. Hem tatlı lâzım değil” şeklinde bir pusula gelince iki günde bir göndermeye başladı.

Yemek gönderme işi, aralarında haberleşme hattının açılmasına vesile oldu. Bediüzzaman yazdığı pusulaları ve risâle parçalarını bu yolla Sadık Beye ulaştırdı. O da etrafındaki ekiple bunları çoğaltarak hem diğer koğuşlara ulaştırdı hem de hapishane dışına çıkarılmasını sağladı.

Mahkemede duruşmalar başladığında, Said Nursî’nin müdafaalarını hazırlaması gerektiğini söyleyerek dışarıdan Mümtaz’ın temin ettiği daktiloyu getirttiler. Hapishane idaresinin izniyle onun müdafaalarını ve devletin değişik makamlarına göndereceği dilekçeleri yazmasına yardım ettiler.

Bediüzzaman, mahkûmların talebi üzerine telif ettiği Meyve Risâlesi’nin Lâtin harfleri ile yazılmasına izin verdi. Bazı Nur Talebeleri buna karşı çıktılarsa da Sadık Bey, “Üstad ne dediyse o olur” diyerek müdahale etti ve bazı bahisleri daktilo ile çoğalttılar. Bunu da bir pusula ile ona haber verdiler.

Said Nursî “Hilmi, İhsan, Emin’in, Taşköprülü Sadık’ın mektupları beni çok mesrur eyledi. Hakikaten bu kardeşlerimiz, hapishanede dokuz ayda dokuz sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaparak Isparta kahramanları ile omuz omuza geldiler” diyerek gösterilen gayretleri takdir etti.

Sadık Bey, bu şekilde dokuz ay Bediüzzaman’a hizmet etti, Risâle-i Nurları yazdı ve mahkûmlarla dersler yapıp pek çoğunun namaza başlamasına vesile oldu. Mahkemenin beraat kararı vermesi üzerine tahliye edilince diğer Nur Talebeleri gibi o da memleketine döndü.

Kastamonu ve havalisinde Risâle-i Nur hizmetlerine devam ederken, Üstadı ile irtibatını kesmedi. Sık sık ona mektuplar yazdı. Ondan “Sen yüzümüzü ak ve kalbimizi mesrur eyledin” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar aldıkça memnun ve mesrur oldu.

Ondan gelen her mektup, ruhunu saran tahassürü biraz daha hareketlendirdiği için satırlar, yılların biriktirdiği hasret hislerini teskin etmeye yetmeyince Üstadını ziyarete gitti.

Eskişehir üzerinden Emirdağ’a geldiğinde yerinde duramayacak kadar heyecanlıydı. Huzura çıktığı zaman ayakta durmaya takat yetiremedi ve kendini gözyaşları içinde onun dizlerinin dibine bıraktı.

Said Nursî, birkaç sefer “Kalk kardaşım Sadık Bey” diyerek onu kolundan tutup kaldırdı. Musafaha ve muânaka edip helâllik dilerken o da gözyaşlarına hâkim olamadı ve o rahmet damlaları arasında vuslat faslı başladı.

Zaman uzunca bir süre vuslatın süruru içinde geçti. Hasretler dile getirildi, hizmet hatıraları yâd edildi, namazlar kılındı, dersler yapıldı. Fakat dünya vuslat yeri olmadığından vakit tekrar hicrana meyletti.

Sadık Bey memleketine döndükten sonra da hizmetlerine devam etti. Bu sefer arayı fazla uzatmayıp tekrar ziyaretine gitmeye hazırlandığı günlerde Afyon hadisesi vuku buldu.

Bu hadiseyi duyunca cesareti celâl hâlini alan Sadık Bey, hemen oraya gidip hadise çıkararak hapishaneye girmeyi düşündü. Fakat onun “Aziz, sıddık, hakikatli kardeşim Sadık” hitabıyla başlayan bir mektubunda “Yarın Afyon’a beni gönderiyorlar. Merak etmeyiniz. İnâyet-i İlâhiyenin himâyeti devamdadır” sözlerini hatırlayınca vazgeçti ve hislerini Dalma adını verdiği mesnevîde dile getirdi:

“Her ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad

Hak yolunda uy ona, eyle cihad.”

***

“Sen çek yerine, çekmesin mihn ü elem ol

Üstadına hem gölge ol Sadık, hem kurban ol.”

Mezkûr manzumesinde, Üstadı uğrunda yapmayı düşündüğü fedakârlığı böyle dile getirmişti Sadık Bey. O da Denizli’de şehadetine şahit olduğu Hafız Ali ve tanıştığı Hasan Feyzi gibi Üstadının çekeceği sıkıntıları çekmeyi ve uğrunda ölmeyi dilemişti.

O zaman, bu dileğinin fiilen gerçekleşmesine vesile olacak bir hadise vuku bulmadı ama o, hayatını dâvâsına adayıp ‘Kastamonu’nun yüzünü ak eden’ hizmetlerine devam ederek dileğini mânen gerçekleştirdi.

Hayatının her safhasında, her vesile ile cesaret hasletini kullanarak ihlâsla, samimiyetle ve sadakatle devam ettiği Nur hizmeti onun aklını, kalbini, ruhunu ve yüzünü de nurlandırdı.

9 Ocak 1970 yılında ahirete irtihal ettiğinde, yüzünün nuru kabrini aydınlatacak kadar âşikârdı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*