Tebliğde dikkat edilecek hususlar

Dinin emir ve yasaklarını tebliğ etmek, tebliğden öteye karışmamak ve hidayeti de Allah’tan (cc) beklemek Kur’ân’ın emir ve tavsiyesidir. Bu emir ve tavsiyeler çerçevesinde mükellefiyetlerini yerine getirmek de her ehl-i dinin önemli vazifesidir. Bu meyanda dinin hak ve hakikatlerini yalnız ve yalnız tebliğle vazifeli olduklarını; hidayetin yalnızca Allah’a ait olduğunu her ehl-i dinin zaten bilmesi lâzım.

Konu ile alâkalı olarak Yüce Allah’ın; “Sen sevdiğine hidayet veremezsin. Lâkin Allah, dilediğine hidayet verir” (Kasas Sûresi: 56); yine “Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir” (Maide Sûresi: 99); ayrıca “Eğer İslâm’a girerlerse, hidayete ermiş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak tebliğ etmektir.” (Âl-i İmran Sûresi: 20) âyetleriyle verilen mesajları ve tavsiyeleri iyi okumak gerek.

Bu arada tebliğin şekline ve tarzına da dikkat etmekte zaruret var. En iyi ve etkili tebliğ şeklinin lisân-ı hâl dediğimiz hâl ve davranışlarımızla, takva derecesindeki dinî yaşantımızla olduğunu unutmamak lâzım. Dil ile yapılan tebliğ ve tavsiyelerde de muktezâ-i hâle mutabık, yumuşak ve okşayıcı bir üslûpla yapılan tebliğlerin sonuç alma bakımından tesirli bir yol olduğunu da hesaba katmak lâzım.

Ayrıca muhataba göre tebliğin ne şekilde yapılması gerektiği de önem arz ediyor. Dinin hak ve hakikatlarına ulaşmada bir arayış içinde olanlara, ona müşteri olup öğrenme merakında olanlara elbette en güzel şekliyle, bıkmadan, usanmadan dinin hak ve hakikatlerini anlatarak tebliğde bulunmak önemli bir sorumluluktur.

Fakat hak ve hakikatları öğrenmeyi dert edinmeyen, ondan müstağnî kalmayı âdet edinen, hatta gurur ve enaniyetin sâikiyle ona hor bakanlara dinin o yüce hakikatlerini anlatmak elbette güçtür. Böylelerine dinin güzelliklerini tebliğ etmenin şüphesiz farklı yolları vardır. Belki de en güzeli, yaşayarak tebliğ etmek, yani lisan-ı hâlle konuşmaktır.

Dinî tebliğ, her ehl-i din için önemli sorumluluk olmakla beraber, kendi ihtiyarıyla dinden müstağnî kalmayı, ona müşteri olmamayı tercih eden birisine de ısrarla sözlü tebligatta bulunmak doğru olmadığı gibi; peşin fikirlerle bazı insanlardan tebliği esirgemek de doğru bir davranış olamaz.

Bu meyanda Efendimizin (asm) bizzat yaşadığı şu olaya bir bakalım:

Efendimiz (asm) müşriklerden Ebû Cehil bin Hişam, Utbe bin Rabia ve Ümeyye bin Halef’e İslâmı kabul etmeleri hususunda, ısrarla tavsiye ve telkinlerde bulunuyordu. Onlar da söylenenleri dinlemedikleri gibi, alay ediyorlardı. Burada Efendimizin (asm) gayesi, hem bunları küfür bataklığından kurtarmak; hem de başka insanlar üzerinde de etkili olan bu insanların İslâmı kabullenmeleri sûretiyle dinin kuvvet kazanması düşüncesiydi. Tam da bu sırada gözleri görmeyen bir mü’min olan Ümmü Mektum, Efendimizin yanına gelerek “Ya Resûlallah, Allah’ın sana indirdiği Kur’ân’dan bana öğret, beni irşad et” dedi. Efendimiz (asm) hâlen müşriklere telkinde bulunduğu için Ümmü Mektum’a bir cevap veremedi.

İşte tam bu sırada Efendimize (asm) Abese Sûresi nazil oldu. Abese Sûresi’nin ilk on iki âyeti şöyle: “Yüzünü ekşitti ve döndü. Kendisine âmâ geldi diye. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt belleyecek de öğüt ona fayda verecek. Ama buna ihtiyaç hissetmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun temizlenmesinden sana ne? Ama sana can atarak gelen, Allah’tan korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır hayır sakın. Çünkü o Kur’ân bir öğüttür. Artık dileyen onu düşünür.” (Abese Sûresi: 1-12)

Görüldüğü gibi, tebliği yaparken birinci derecede göz önünde bulundurulması gereken, insanların makam-mevki ve şöhretleri değil; müşteri olup olmadığıdır.

Bu noktada Bediüzzaman’ın tesbit ve tavsiyeleri çerçevesinde hareket edilirse mesele kalmaz. Onun, “Risâle-i Nur müşteri aramaz” sözünü ve “Ata et, aslana ot vermeyiniz” tavsiyesini dikkate almakta fayda var.

Yine Bediüzzaman’ın “Kur’ân-ı Hakîmin sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur’ân namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âlî elmaslarını, yalvararak, mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez” (Mektubat, s. 338) sözleri de konumuza ışık tutmaktadır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*