Tek olan Allah bütün alemi nasıl idare eder?

Yaratma konusunda Allah’ın ortağı olmadığını bütün âlem bilir. Hatta inanmayan kâfirler bile bilmektedir. Buna rağmen niçin Allah’ı bırakıp da putlara tapmayı ve kendilerine yardım edemeyen, hiçbir şey yapamayan, elleri ile yonttukları putlara tapmayı tercih ederler? Esasen bunun altında yatan, inançsızlığın bir tezahürü olan kendi iç dünyasındaki boşluğun inananlar arasında da meydana gelmesini istemektir. İmanın gücünü şüpheleri ile tahrip etmeye çalışmaktır. Yoksa inanmayanlar da biliyorlar ki Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Kur’an, onların bu durumunu, iç dünyalarındaki çöküntülerini, gayet veciz bir şekilde şöyle ifade etmektedir. “Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette «Allah’tır» derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.” (Zümer, 39/38)

Bediuzzaman’ın dediği gibi, iman insanı insan eder, belki de kâinata sultan eder. Kendisi küfrün çukuruna düşmüş insanlar, suçlarına ortak aramakta ve mü’minleri de kendi sefil vaziyetlerine çağırmaktadırlar. Şeytana arkadaş olmalarını istemektedirler. İmanla aydınlanan gönülleri küfrün karanlığı ile karartıp gündüzlerini geceye çevirmek istemektedirler. Sürekli şunları sorarak gönüllerde şüphe izleri bırakmak istiyorlar ve soruyorlar:

Ey ehl-i tevhid! Diyorsunuz ki: Bütün âlemin yaratıcısı tektir. O birdir ve Sameddir. Her şeyin yaratıcısı O’dur. Her şeyin dizgini onun elindedir. Her şeyin anahtarı onun yanındadır. Bir iş bir işe mani olmaz. Bütün eşyaya bütün ahvaliyle aynı anda tasarruf eder. Bir tek zat nihayetsiz yerlerde bu nihayetsiz işleri nasıl yapabilir?

Bediuzzaman’ın bu soruya verdiği cevap hakikaten harika bir cevaptır. Sıcaktan bunalan insana soğuk su gibi gelmekte ve içini rahatlatmaktadır. Konuyu temsiller ile akla yaklaştırmaktadır.

Temessülün yani görüntü aksinin üç çeşidinden bahsetmektedir.

Maddi şeylerin akisleridir. Bir kimse, aynalarla dolu bir odaya girse her bir aynada görüntüleri görünecek, aynalar adedince görüntüleri meydana gelecektir. Kendisi hakiki bir cüz’î iken küllî hükmüne geçecektir. Maddi şeylerin akisleri kendisinin aynısı değildir. Dolayısı ile aynalardaki görüntüler de ölüdür. Diri olan bir kişidir ve o da aynalar mahzenine giren kişidir.

Yarı nurani şeylerin akisleri ise ne aynıdır, ne de gayrıdır. Görüntüler, aslının özelliklerinin birçoğunu göstermektedirler. Mesela, güneş müşahhas bir cüz’î iken şeffaf eşyalar vasıtası ile küllî hükmüne geçer, yeryüzünü timsalleri ile doldurur. Her damlada, her parlak şeyde görünür. Işığı, ısısı, yedi rengi bütün eşyada vardır. Bu durumda bütün eşyanın kalbinde güneş birçok özelliği ile bulunmaktadır. Işığını, yedi rengini taşımaktadır. Bir aynadan ışığı bir odaya yansıtılsa ışığı ile beraber ısısı da yansımaktadır. (Sözler, s. 272)

Nurani şeylerin akisleri ise aslının aynıdır ve hem de diridir. Ancak aynaların kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden aynalardaki görüntüler bizatihi kendisini tamamen tutamıyor. Bu da aynalardaki eksikliklerden ileri geliyor.

“Meselâ, Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu1 bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider, hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı.

“İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.

“Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.

“Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyet nim-nuranî masnular, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler. Mukayyet bir cüz’î iken mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok muhtelif işleri yapabilirler. Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahıs külliyet kesb etmeden ona yanaşabilir? (Sözler, s. 273)

Bu derin konu, bu kadar açık bir şekilde, daha başka nasıl ifade edilebilir ki? Çok harika bir izah. Bunun üstüne söz olmaz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*