“Tercih bilâ müreccih” meselesi – 1

Talebelerle yaptığımız kaderle ilgili müzakerelerimizin en zor kısmına geldik. Bediüzzaman bu bahsin hemen altına, ‘Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir’ notu düşmüş, fakat bizler müdakkik âlimler olmadığımız halde, bu meseleyi en azından anlayabildiğimiz kadarıyla kavramaya çalıştık.

Öncelikle bu meseleyi kavrayabilmek için kelâm ilminden haberdar olmak, mutezile, cebriye ve bunlara karşı ehl-i sünnet âlimlerinden Eş’arî ve Maturidî’nin görüşlerinden bilmek gerekiyordu.

Cebriyecilerin itikatlarında, Cenâb-ı Hak her şeyi yaratmadan önce ezelî ilmiyle takdir etmiştir ve o takdire göre her şeyi ve kulların fiillerini yaratmaktadır. Yani insanların hareket ve fiilleri Cenâb-ı Hakk’ın ezeldeki takdirine bağlıdır. İlk bakışta itikadî açıdan doğru olan bu görüş, âdet-i İlâhiyeye uymamaktadır. Çünkü insan, irade ve ihtiyar sahibidir. Tercihlerinde hür olmakta ve iradesini vicdanen hissetmektedir. Ezeldeki takdir, tercihlerini bağlamamaktadır. Oysa doğru olan görüş şudur; ezelî ilim sahibi Allah, insanların tercihlerinden haberdar olduğu için, ezelde nasıl yapacaksak öyle takdir etmiştir. Bu meseleyi kelâm âlimleri, ‘İlim, malûma tabîdir’ düsturu ile açıklar.

Bu meseleyi anlamakta zorlandığımız husus, Allah’ın ezelî ilmini kendi ilmimizle kıyas etmekten kaynaklanan, ‘kıyas-ı maa’l-farık’tır. Oysa, ezeli, şöyle anlamak gerekir; Allah’ın varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O hep vardı. O’ndan başka hiçbir varlık da, ezelî değildir. Yani varolmadan önce yoktu. İbn-i Sina ve Farabi’nin dalâlete düşmelerinin bir sebebi de budur. Onlar, insan aklı ve ruhunun ezelî olduğuna inanmışlardır. Oysa, ruh da, akıl da mahlûktur ve sonradan yaratılmıştır.

Ezelî (kadim) olan Allah’ın ilmi de ezelîdir. Yani zamanlı değildir. Öncelik, sonralık yoktur. Allah’ın ilim sıfatında sonradan bir şey hâsıl olmaz. Çünkü bir şeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki, ilminde bir değişiklik olsun. Bu mesele Risâle-i Nur’da, ‘Ezel mazi silsilesinin bir ucu değil… belki ezel, mazi, hâl ve istikbali tutar, yüksekten bakar bir ayna misâldir’ şeklinde ifade edilir. Oysa insanın ilminde öncelik ve sonralık vardır. Bir sonraki ilim, bir öncekinden sonra oluşur. İnsan, her şeyi ihata eder zaman üstü bir ilme sahip değildir.

Allah’ın ezelî ilminin tecellileri şüphesiz insanoğlunda da vardır. İman derecesiyle paralel gelişen bu ilim, ihlâslı mü’minlerde feraset, kerâmet şeklinde kendini gösterip, âlem-i misâli seyredip, şehadet âlemine girmiş meseleleri önceden görme, hissetme ve söyleme şeklindedir. İman derecesi en yüksek olan peygamberlerde de ezelî ilmin tecellileri daha azam biçimde görülmektedir. Meselâ Peygamber Efendimiz (asm), ta Hazret-i Âdem’den kıyamete kadar hatta Mi’rac hadisesiyle ebedî hayatı dahi görmüş ve bildirmiştir. Allah’ın yarattığı mahlûkatın en şereflilerinde görülen bu tecelli, elbette Cenâb-ı Hakk’ın zatındandır.

Allah’ın ilmi, bir ‘an’da bilmektir. Risâle-i Nur bu meseleyi yukarıdan bakan ayna misâliyle izah etmiştir. Meselâ bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan önceki hâlini, hem çocukluğunu, hem gençliğini, ihtiyarlığını, diri olmasını, ayaktaki hâlini, keder hâlini, mahşerdeki durumunu, cennet veya cehennem hallerinin hepsini birden ihata eder demektir. O’nun ilminde geçmiş, gelecek ve hâl yoktur, hepsini kapsar.

Konuya tekrar dönecek olursak, insan, fiillerinde hürdür ve yaptığı bütün işlerinde bu hürriyetini vicdanen hissetmektedir. Bir şey yapacağı zaman, önce bunu ihtiyar eder, seçer, sonra irade eder, ister, sonra yapar. Bu irade edip, yaptığı iş, ezelde Cenâb-ı Hakk’ın ilmindedir. O’nun malûmudur.

Tercihlerdeki sebepler de iradî işleri zorlayıcı değildir. Meselâ, bir işi yapmak veya yapmamak noktasındaki sebeplere bakıp, yapmayı gerektiren sebepler ağır basıyorsa, kişi o işi yapar. Fakat o işi yapmasını gerektiren sebepler, onu bu işe zorlamış, iradesini hükümsüz kılmış değildir. Çünkü o anda, yine bir değişiklik ile bu kararından da vazgeçebilir. Bu iradenin bir gereğidir. Bu meseleyi Bediüzzaman şöyle ifade eder: “..Emr-i itibarî ise, illet-i tamme istemez ki, illet-i tamme vücudu için, lüzum ve zaruret ve vücup ortaya girip, ihtiyarı ref etsin. Belki o emr-i itibarinin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibari sübut bulabilir. Öyleyse o anda onu terk edebilir, Kur’ân ona o anda diyebilir ki, ‘şu şerdir’ yapma.’”

Bütün şartların, sebeplerin bir araya gelmesi ihtiyarı zorlayıcı ve ref eden bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, cüz’i ihtiyârîden bahsetmek mânâsız olurdu.

Bazen tercih edecek bir sebep olmaksızın da tercih yapmak mümkündür. Aynı özellikteki iki şeyden birini tercih etmemiz söz konusudur. İllâ bir üstünlük veya tercih sebebi olması gerekmez. Bu, iradeyi gösterir. Burada şunu söylemek gerekirse, ne sebeplerin bir araya gelmesi benim irademi yok eder, ne de sebepsiz olması, tercih etmemi, yani irademi ortadan kaldırır. İrade sahibi biri olarak, yapacağım işleri tercih sebepleri varken, tercih etmeyebilirim veya sebep yokken, bütün şartlar aynı iken dahi, tercih yapabilirim.

Sebeplerin bulunması, işin yapılmasını icap ettirseydi, hâşâ o zaman Allah’ın iradesi de bozulurdu. Çünkü biz biliyoruz ki, çoğu zaman kulun istemesi dahil bütün sebepler bir araya da gelse, Allah’ın dilediği olur, irade bunu gerektirir. Aynen bunun gibi de, insanın iradesini de sebepler bağlamaz.

Hâsılı, benim irademi sebepler bağlamıyorsa, Allah’ın iradesini de benim tercihlerim bağlamaz. Sebeplerin bir araya gelmesi insanın kesbine bir sebep olabilir. Allah’ın iradesini mecbur kılmaz. O, isterse yaratır, istemezse yaratmaz.

Risâle-i Nur’un zor anlaşılan ‘tercih bilâ müreccih’ meselesine bu hafta bir girizgâh yapmış olduk. Haftaya, bu temel bilgiler ışığında, konuyu daha da derinleştirerek kavramaya çalışacağız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*