Terörün çözümü Bediüzzaman’da

İRTİCA VE BÖLÜCÜLÜK

Bölücü faaliyetlere yönelik eylem planı-2006 başlıklı MGK direktifini o yılın ilk günlerinde imzalayarak yürürlüğe girme yolunu açan Başbakanın kendisi de uzun yıllar “irticaî bölücülük”le itham edilmemiş miydi?

Zaten devlet adına tekrar edilegelen ve kırmızı çizgiler olarak nitelenen iki şablon ve kalıp, öteden beri Türkiye’de resmî ideolojiyi tahkim edip korumanın iki temel dayanağı olarak kullanılıyor.

Ve bunlar zaman zaman birbirinin yerine ikame edilirken, çoğu zaman da iç içe geçiriliyor.

Meselâ “irtica” ile suçlanan toplum kesimleri bir taraftan cumhuriyet ve laiklik aleyhtarlığı iftirasına hedef yapılırken, diğer taraftan bölücülükle suçlanıyor. “İslâmda şuculuk, buculuk yok” gibi argümanlarla işin dinî kılıfı da uyduruluyor.

Oysa cemaat ve tarikatlar İslâm kardeşliği ortak paydasında birbirini tamamlayan oluşumlar. Ümmetin manevî renk ve zenginlikleri.

Bunları asılsız karalamalarla halkın gözünden düşürmeye çalışmak, müstebit rejimin, farklılıklardan fitne ve çatışma üreterek kendi devamını sağlamayı amaçlayan klâsik ve bayat taktiklerinden biri.

Konunun bir başka ilginç tarafı, cemaatlerde buluşan dindarlara yönelik “irtica ve gericilik” suçlamasında, resmî ideoloji bekçileri ile teröristlerin aynı çizgide yer alıp aynı dili kullanması.

Sıkça dillendirilen Ergenekon-PKK bağlantılarının son derece önemli boyutlarından biri bu.

Görünüşte birbiriyle amansız bir çatışma içinde olan Türk ve Kürt ırkçılıklarının, laikçilik-Kemalizm ortak paydasında bir araya gelmeleri de.

Bu bağlamda, aralarındaki bir diğer ilginç benzerlik, her ikisinin de, hesapları öyle gerektirdiğinde dini ve dindarları kullanma taktiğinden medet ummaları. Bunu “Türkçü” Kemalizm de yapıyor, “Kürtçü” Kemalizm de. “Türkçü” olanı camileri resmî ideoloji propagandası için kullanırken, diğeri “alternatif Cuma, hutbe ve Kürtçe ezan” gibi örneklerde gözlenen ajitasyonlara başvuruyor.

Hal böyle olunca, düne kadar “irtica eksenli bir bölücülük”le suçlanan kadroların, diğer kırmızı çizgi olan “etnik bölücülük” gerekçeli klâsik devlet politikaları için devreye sokulması ve bu politikaların onlar eliyle yürütülmesi manidar.

Buraya mutlaka bir “mim” koymak lâzım.
Her iki alanda da yaşanan sıkıntının asıl kaynağı, resmî ideolojinin devlete uygulattığı baskıcı politikalar.

Bunların laiklik adına sergilenen tezahürleri, dinî ve manevî hayatta çok ciddî sıkıntılara sebebiyet verir ve devletle millet arasında derin uçurumlar meydana getirirken, Türklük adına yapılanlar da diğer etnik kökenlerden gelen insanlar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtı.

Türklük vurgularının yer yer asimilasyon boyutlarına ulaşan aşırılıkları en çok Kürt toplumunu etkiledi ve “Kürt sorunu” böyle ortaya çıktı.

Öyle ki, daha öncesinde Türkler İslâmın bin yıldır bayraktarlığını yapan ve bundan dolayı Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olan kahraman bir kavim olarak görülüp, Türk kelimesinden en küçük bir rahatsızlık hissedilmezken, İslâmdan tecrit edilmiş bir Türkçülüğün ortaya sürülmesiyle birlikte Türklük de sevimsiz hale getirildi.

Ve bu topraklarda asırlarca barış, kardeşlik, huzur ve ahenk içinde beraber olmuş olan bütün farklılıkları yok edip herkesi cebren tek bir potada birleştirmek için yapılan zorlamalar, belki bir süreliğine insanları sindirdi, ama zaman içinde patlamaya hazır tehlikeli birikimlerin oluşmasına yol açtı.

Bu baskıların dindarlara yönelik olanlarının getireceği tepkiler, Said Nursî’nin boyun eğmeyi ve teslim olmayı reddeden, ancak kanlı bir direnişe de geçit vermeyen müsbet hareket prensibinin kitlelere mal olması sayesinde asgarî düzeyde kaldı.

Aynı prensip ve yanı sıra yine Bediüzzaman’ın iman temelli kardeşlik vurguları, “Kürt sorunu”nun da çok daha vahim boyutlara ulaşmasını engelledi, ama Kürt toplumunu ondan uzak tutma çabalarının doğurduğu boşluklar bugünkü ayrılıkçı ve kanlı terör belâ ve fitnesini netice verdi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*