Terörün çözümü Bediüzzaman’da

M. KEMAL’İN O TANIMIYLA SORUN ÇÖZÜLMEZ

Bir sorunu çözmek için, önce ona yol açan sebebi İzale etmek gerekirken, tam tersine o sebebi çözüm diye ortaya koymanın mantığı var mı? M. Kemal’in “Türkiye halkı” derken bile Türklük vurgusu yapan millet tanımını sahiplenereK “Kürt sorunu” çözülür mü?

M. KEMAL′İN O TANIMIYLA SORUN ÇÖZÜLMEZ

YANLIŞ ORTAK PAYDA

Prof. Dr. Halil İnalcık’ın gündeme getirdiği konuyla ilgili olarak, Genelkurmay’ın 2007’deki cumhurbaşkanı seçim sürecinde yayınladığı meşhur 27 Nisan bildirisinde şöyle bir ifade yer almıştı:

“Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”

Aynı konuda, Kılıçdaroğlu döneminde Önder Sav’la birlikte arkaplana itilen CHP’li Onur Öymen de bu son derece sert ve keskin duruşa şöyle destek vermişti:

“ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devlet düşmanı sayarız.”

Burada da, Dersim tartışmalarının alevlenmesi üzerine “Cesaretiniz varsa Atatürk dönemini eleştirin” diye meydan okurken, tabuların ve yasal zırhların ardına gizlenerek sergilenen “rahatlık ve pervasızlık” tavrının bir örneği gözleniyor.

Öymen orada önce anayasaya, sonra Atatürk’ü Koruma Kanununa sığınarak meydan okurken, burada altıoktan birinin milliyetçilik olmasına, yine anayasaya ve meşhur TCK’nın dillere destan 301. maddesine yaslanıyor.

Yürürlükteki anayasanın “Siyasî haklar ve ödevler” başlıklı dördüncü bölümünde, “Türk vatandaşlığı” ara başlığı altında yer alan 66. maddenin ilk fıkrası, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” buyuruyor.

Aynı anayasanın, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleriyle atıf yapılan başlangıç kısmında da “hiçbir faaliyetin Atatürk milliyetçiliği ile Atatürk ilke ve inkılâpları karşısında koruma göremeyeceği” belirtiliyor.

Türk Ceza Kanununun yıllardır tartışılan ve defalarca değiştirildiği halde bir türlü düzeltilemeyen 301. (eski 159.) maddesinde “Türk milletini alenen aşağılamak” hapisle cezalandırılıyor.

Maddenin eski şeklinde “Türklük” ifadesi vardı, değişiklikle “Türk milleti” yapıldı; gerekçesi de şöyle ifade edildi: “Türklük deyişinden (kavramından) maksat, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık anlaşılır. Türk Milleti kavramı bu varlıktan geniştir; Türklük ve Türk ırkıyla ilgili tüm konu ve kavramları kapsar…”

İşte, gerek CHP’nin, gerekse MHP’nin “Türk milleti” vurguları, aynı ideolojik kaynaktan besleniyor olmalarının yanı sıra, böyle bir anayasal ve yasal arkaplana dayanıyor. AKP’nin 301’de aktardığımız gerekçeyle yaptığı değişiklik ise, bu yasal zemine daha geniş bir yorum alanı açıyor.

Sonuçta, Kemalizmin altı okundan yola çıkan devrimci ve milliyetçi çizgilerin kimi zaman vuruşup çoğu zaman örtüştüğü ve özellikle resmî ideoloji ve statüko muhafızlığında tam bir dayanışma içine girdiği bir tabloda CHP-MHP ikilisinin aynı telden çalmaları yadırganmazken, onların hedef almış göründüğü AKP’nin de statükonun temel kabullerinde çok farklı bir duruşa sahip olmadığını gözden kaçırmamak gerekiyor.

Üç partinin, hattâ tersinden dahi olsa DTP’nin de, açıkça telâffuz etmeseler dahi, fiiliyatta Kemalizmle ifade edilen resmî ideolojinin temel ilkelerini ortak payda olarak paylaştığı görülüyor.

AKP’nin bu noktada farklı bir düşüncesi ve itirazı olsaydı, 2005’te kabul ederek uygulamaya koyduğu Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde yer alan “Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın temel yolu Atatürk milliyetçiliğidir. Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü temel bir ilkedir. Atatürk’ün ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasî ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır” gibi ifadelere “evet” demezdi…

Ama “Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değilim’ hissiyatı doğdu” diyen İnalcık’ın tesbit ve uyarıları, seksen küsur yıllık bir mazisi olan bütün bu tarif ve tevil çabalarını ve bunlara bina edilen tahkimatın dayandığı temeli bir anda berhava edip yalın ve acı gerçeği önümüze koyuyor.

Bu temelle birlikte devlet de sarsılıyor…

Atatürk milliyetçiliğinin, kendi eseri olan bu vahim durumu düzeltip tamir ve telâfi etmek, devleti bu sarsıntıdan çıkarıp kurtarmak için önerebileceği yeni ve yapıcı bir formül var mı?

M. KEMAL′İN O TANIMIYLA SORUN ÇÖZÜLMEZ

Başbakan bir Meclis konuşmasında CHP’lilerle tartışırken “Millet kavramını lütfen Atatürk’e sorun, onun millet tanımı ne ise o tanımı alın, onunla beraber yola devam edelim” demişti (Radikal, 13.7.11).

Erdoğan bu sözüyle ne demek istiyor ve neyi kastediyor?

“Kürt sorunu” olarak ifade edilen problemin ve bugünkü sıkıntılı noktaya ulaşmasının kaynağında, “Atatürk milliyetçiliği” adı altında uygulanan asimilasyon ve dayatma politikalarının yattığı, artık yaygın kabul gören bir değerlendirme.

Kemalizmin altı okundan biri olan milliyetçiliğin Türkçülük şeklinde dayatılması ve bunun özellikle Kürtler üzerindeki yansımaları, yıllardır başımıza belâ olan terörün ve onunla irtibatlı bilumum sorunların ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli etkenlerden biri. Devlet eliyle yapılan Türkçülük, o cenahta Kürtçülüğü tetikledi.

Üstelik bu Türkçülüğün, asırlar içinde oluşan Müslüman Türk kimliğiyle de hiçbir ilgisi yok. Bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan bir kavmin bu özelliğini yok sayıp, dahası Türkleri bu kimlikten uzaklaştırmaya çalışan bir Türkçülük.

Kürt kimliğini reddeden, “Kürt diye bir kavim yok” diyen, Kürt lâfının karda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden türediğini iddia eden ve bu “son derece orijinal tez”i askerî okullardaki ders kitaplarında talebelere de okutan bir Türkçülük.

Kara Kuvvetleri eski Komutanlarından emekli Org. Aytaç Yalman, bu konuda “Askerî okullarda meğer bize yanlış öğretilmiş” itirafında bulunmuştu.
12 Eylül darbesini yapan cuntanın başı Kenan Evren’in yıllar sonra “Yanlış yapmışız” itirafına konu olan Kürtçe yasağı da, mazisi çok öncelere, 30’lu yıllara uzanıyor olmakla birlikte, yine Atatürkçülüğü ihya iddiasıyla yapılıp Atatürk milliyetçiliğini darbe anayasasının değiştirilemez maddeleri arasına sokuşturan 12 Eylül’ün tekrar gündeme getirdiği saçmalıklardan biriydi.

Keza Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde dağları taşları “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla donatan da 12 Eylül’dü.

Şimdi hâlâ bunların yol açtığı sorunların içinde debelenip duruyoruz. Ve “Hiçbir faaliyet Atatürk milliyetçiliği karşısında korunma görmez” diye başlayıp, ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” olduğunu ilân eden, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” buyuran anayasa bu haliyle yürürlükte kalmaya devam ettiği sürece bunlardan kurtulmamız mümkün değil. Durum bu iken Başbakanın CHP ile paslaşarak “Atatürk’ün millet tanımı ile yola devam edelim” çağrısında bulunması ne anlama geliyor?

Ama bu yol çıkmaz. Ne yaparsanız yapın, oradaki Türklük vurgularının etnik anlam taşımadığına kimseyi ikna edemezsiniz. Hiçbir bilimsel ve hukukî dayanağı ve izahı olmayan Atatürk milliyetçiliği lâfını anayasa başta olmak üzere literatürden ve kullanımdan kaldırmadığınız sürece de açılım söylemleriniz inandırıcı olamaz.

Ve onlara dokunmadan, tam tersine M. Kemal’in “Türkiye halkı” derken bile yine Türklük vurgusu yapan millet tanımını sahiplenerek ne Kürt sorunu çözülür, ne de asimilasyon bitirilir.

Erdoğan âcil eylemi planına dönüştüreceklerini söylediği hükümet programındaki demokratikleşme bölümünde öncelikli hedefler arasında yer alan “Kürt meselesine eşitlik temelinde çözüm” taahhüdünü bu yaklaşımla gerçekleştireceğini düşünüyorsa, burada çok derin bir çelişki var.

Bir sorunu çözmek için, önce ona yol açan sebebi izale etmek gerekirken, tam tersine o sebebi çözüm diye ortaya koymanın mantığı var mı?

Bu itibarla, temelleri M. Kemal döneminde atılan uygulamalarla ortaya çıkıp bugünkü boyutlara erişmiş kronik sorunları çözme iddiasına sahip bir demokratik açılım projesinin yine Atatürk’e dayandırılması çok derin bir çelişki. Bu çelişkiye rağmen gerek Erdoğan’ın, gerekse hükümet üyeleri ile AKP sözcülerinin, terörü ve “Kürt sorunu” olarak anılan meseleyi bitirmek iddiasıyla ortaya attıkları demokratik açılım projesini ısrarla “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelemeleri tuhaftı.

Erdoğan “Atatürk’ün en büyük başarısı, farklılıkları önce Meclis çatısı altında, sonra TC vatandaşlığında birleştirebilmiş olmasıydı” diyordu.

Eğer öyle olsaydı, Selahattin Duman’ın kendisine has üslûbuyla hatırlattığı gibi (Vatan, 15.11. 09), en başta İstiklâl Savaşında çok önemli görevler üstlenmiş olan komutanların—bir-iki istisna dışında—neredeyse tamamı, zafer sonrası tasfiye edilir miydi? Bu mu “birleştirme başarısı?”

Bütün kesimlerini temsil ettiği milletin gücünü arkasına alıp büyük zafere imza atmış olan Birinci Meclisi daha sonra ilk fırsatta dağıtarak mı farklılıkları birleştirme başarısına imza atıldı, yoksa bu yolla, o farklılıkları yok sayma ve imha etme operasyonlarının düğmesine mi basılmış oldu?
AKP M. Kemal’i samimiyetle sahipleniyorsa, bu çelişkilerin de izahını yapmak durumunda. Yok, taktik icabı ve takiyye gereği öyle görünme ihtiyacı duyuyorsa, yine aynı açmazla karşı karşıya.

Açılımın bir türlü açılamayıp, tam tersine kısa sürede tıkanmasının asıl sebebi de bu.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*