Terörün çözümü Bediüzzaman’da

ÜNİTER YAPI VE ORTAK DEĞERLER

BDP’nin “demokratik özerklik” adı altında gündeme getirdiği proje, eyalet ve federasyon tartışmalarını da çağrıştıran boyutlarıyla, bölünme korkularını depreştirdi.

Üniter yapıyı tekrar vurgulayan; anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinden 3 numaralı olanındaki resmî dil, İstiklâl Marşı ve bayrakla ilgili hükümlere atıf yapılarak bu proje eleştirildi ve reddedildi.

Aslında üniter yapı, millî marş, resmî dil ve bayrak, toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği ve sahiplendiği ortak kavram ve değerler.

Bazı münferit marjinaller dışında hiç kimse bölünmeyi istemiyor.

Beste-güfte uyumsuzluğu tartışılsa ve yerli yersiz, olur olmaz her yerde toplu programlara konulması eleştirilse dahi, içeriği toplumun ortak inanç ve duygularını yansıtan İstiklâl Marşı’ndan da rahatsızlık duyan yok.

Keza resmî dilin Türkçe olması yaygın şekilde kabullenildiği gibi, ay yıldızlı al bayrak da bağımsızlık sembolü olarak benimsenen bir değer.

Ama problem, bütün bu sembol ve değerlerin resmî ideolojiye eklemlendiği için sevimsizleştirilmesinden kaynaklanıyor.

Üniter yapının dinden tecrit edilmiş ve diğer etnik kimlikleri ezen bir “Türklük” anlayışıyla hukuk dışı ve antidemokratik bir zemin üzerine bina edilmesi ve bu yapının dayatmacı uygulamalarla korunmaya çalışılması aksülamel yaparak karşı tepkileri tetikliyor.

Burada çok ilginç çelişkiler de var.

Meselâ baştan sona Hak, din, mabed, ezan gibi inanç eksenli değer ve kavramların vurgulu ve duygulu ifadelerle terennüm edildiği İstiklâl Marşı, anlamsız saygı duruşlarıyla birleştirilerek, laik törenlerin ayrılmaz parçası haline getiriliyor.

Kürtçe dahil olmak üzere diğer anadilleri yasaklanırken, resmî dil Türkçe de evvelâ Güneş Dil Teorisi gibi uçuk fantezi ve zorlamalarla, ardından uzun yıllar boyunca “Öz Türkçecilik” uydurmacılığıyla dejenere edilmeye çalışılıyor.

Ve öz değerlerinden koparılmış bir Türklük esası üzerinde oluşturulan antidemokratik ulus devlet yapılanmasının, herşeyi kendi kontrolünde tutmak için ihdas ettiği merkeziyetçi devlet sistemi, aynı zamanda taşraya ve orada yaşayan halka duyulan derin güvensizliği de yansıtıyor.

Ancak değişen ve gelişen şartlar, bu merkeziyetçi yapının ipleri elinde tutmaya devam etmesini her geçen gün daha da zorlaştırırken, işleyişte de giderek artan tıkanıklıklara yol açıyor.

Türkiye’nin içe kapanmış bir ülke olduğu ve toplumsal dinamiklerin gelişmediği dönemlerde tek parti veya ihtilâl rejimleriyle zaptu rapt altında tutulan toplum, dışa açılmanın da sonucu olarak, artık tek merkezden ve eski yöntemlerle kontrol edilebilmesi imkânsız çok farklı, çok sesli, çok boyutlu bir karakter kazanmış durumda.

Nisbeten de olsa medyası çeşitlenmiş, sivil örgütleri gelişmeye başlamış, yöneticilerden hesap sorma bilincinin oluşma yoluna girdiği bir ülkeyi tepeden inme yöntemlerle denetim altında tutmak artık zor.

Aynı şekilde, dışa açılma süreciyle de paralel olarak ihtiyaçların farklılaşıp arttığı, iç ve dış ilişkilerin giderek daha girift ve karmaşık bir yapıya büründüğü, devletin birçok alandaki görev ve işlevlerini sivil topluma devretmek durumunda kaldığı bir çağda, eski yönetim alışkanlıklarının artık fiilen uygulanamaz hale geldiği de bir vâkıa.

Dolayısıyla, devletin her alanda yaşanan bu baş döndürücü değişime ayak uydurarak kendisini yenilemesi, bu bağlamda sıkı merkeziyetçi sistemden vazgeçip ülkenin tamamını kapsayacak şekilde “yerinden yönetim” ilkesini mümkün olan en kısa zamanda hayata geçirmesi lâzım.

Bunun için de, eski ve köhne statükoya vücut eden ve topluma güvenmeyen jakoben anlayışın terk edilip, hukuka bağlı ve demokrasiyi özümsemiş bir yaklaşımın hakim kılınması gerekiyor.

Yani, üniter yapıyı ve ortak değerleri korumanın yolu antidemokratik ve hukuk dışı dayatmalardan değil, katılımcı bir demokrasiden geçiyor.
Ve Türkiye bunu başarabilecek güç ve olgunluğa sahip.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*