TİRAN’DAN BOSNA’YA

23 Mart Said Nursî’nin Hakk’a yürüdüğü gün, talebeleri bir hafta boyunca her yıl fikirlerini müzakere eden seminerler, konferanslar düzenliyor. Bu seneki konu, Kur’ân Medeniyeti. Risâle-i Nur Enstitüsü, Uluslararası Saraybosna Üniversitesi ile birlikte sempozyum düzenledi Saraybosna’da. Aslında Saray Ovası, kadim ismi. Yok kadim ismi değil aslında, biz öyle diyoruz, resmî ismi de Sarajevo, yani Saray Ovası demek. Başlığı böyle koyacaktım, ama vurgu gözden kaçar diye çekindim.

Buranın sembolik değeri önemli, çünkü yaklaşık yüz yıl önce Sultan Reşad ile birlikte Kosova sancağına giden Said Nursî ve beraberindekiler Üsküp’te üniversite temelini attılar. Balkan Savaşı çıkınca bu proje akamete uğradı. Bunun üzerine aynı projeyi Van’da gerçekleştirmek için Sultan Reşad’a müracaat etti. Üç dil ile eğitim yapılmasının planlandığı, pozitif ve beşerî bilimlerin bir arada öğretileceği uluslar arası bir üniversite idi tasarlanan. Dinî ilimler açısından fıkıh, itikad ve tasavvuf gibi birbirinden farklı gibi düşünülen, ama bu fikrin bir yanılması olduğunu, hepsinin kapısının aynı hole açıldığını söyleyen Nursî, pozitif bilimlerin de birlikte okutulacağı bu önemli projeye yeni Meclis’in 220 vekilinden 163’ü destek verdi. Bunlar arasında Mustafa Kemal de vardı. Burada dinî ve beşerî, pozitif bilimler bir arada okutulacak, adil ve özgürlükçü yönetim için nitelikli gençler yetişecekti. Mısır’daki Ezher Üniversitesinin daha gelişmiş ve İslâmî değerle ilmik ilmik dokunmuş bir şeklinin Asya’da kurulmasının önemini herkes anlamıştı. Çünkü, “İslâm coğrafyasındaki kavimleri menfi milliyetçilik, yani ırkçılığın ifsat etmemesi için bu şarttı. “Şüphesiz ki, Mü’minler kardeştir”, âyetinin pratiğe aktarılması ancak bu tür bir uluslar arası üniversite ile bütün coğrafyaya yayılabilirdi.

Bu proje ülkemizde hayata geçirilemedi, ama İsmail Raci Faruki, S. Nakip al-Attas’ın teorisyenliğini yaptığı “Bilginin İslâmîleştirilmesi”, Malezya’da Uluslararası İslâm Üniversitesi ve Enstitüsü, Amerika’da Enstitü ve Pakistan’da Uluslararası İslâm Üniversitesi ile faaliyete geçirildi. Bosna-Hersek’te ve Malezya’daki bu üniversite mezunu gençlerin etkinliğini görünce bir kez daha anladım ki, “Hakikî, müsbet, kudsî ve umumî İslâm milletinin hamiyeti teoride kalmamıştı. Medresetüzzehra projesi ve Kur’ân Medeniyeti çalışmasının bir de “Bilginin İslâmîleştirilmesi” projesiyle irtibatlandırılarak okunması ve yorumlanmasının önemli katkılar sağlayacağı kanaatindeyim. Bir de satır arasında bu seneki Kutlu Doğum çalışmalarının “Kardeşlik Hukuku ve Peygamberimiz” temalı olmasına dikkat edilirse, İslâm hamiyeti vurgusunun ve Kur’ân Medeniyeti tasavvurunun önemi ve güncelliği iyice ortaya çıkıyor.

Kısacası, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, İran, Afganistan, Arabistan bölgelerindeki, yani bir zamanlar Selçuklu-Osmanlı kültürel kodlarının şifrelerini çözmek, manevî değerlerimizi anlamak ve anlatmak için Osmanlı’nın son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini, demokratik mücadelelerin tarihini Nursî gibi fikrî-imanî-itikadî; Süleyman Hilmi Tunahan gibi Kur’ân eğitimi ve öğretim ve daha niceleri gibi tasavvufi eğitim veren âlim, abid ve arif insanların incelenmesi ile mümkün olacaktır.

Ben de kongreye “Nursî’nin Medeniyet Tasavvuru” adlı bildiri ile katıldım. Burada özellikle Batı medeniyetinin pozitivist-materyalist temellerini eleştirel bir tarzda inceleyen ve döneminin insanlarının itikadî-imanî tecdidlerini gerçekleştirmesine katkı olan düşüncelerini inceledim. Bu kongrenin burada yapılması çok isabetli bir seçim olmuş, çünkü Selefi, Hizbut-tahrir ve İran etkisinin yoğun olarak hissedildiği bölgede, Türkiyeli cemaatler de elinden geleni yapıyorlar, eğitim ve öğretim alanında bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, ama akademik düzlemde, özellikle imanî problemler yaşayan ve aşırı uçlar arasında salınan Boşnak gençlere Kur’ân’ın nurunu, himmetini, bereketini, rahmetini hatırlatacak ancak böylesi çalışmalar olabilir gibi gözüküyor.

SARAYBOSNA DERKEN TİRAN’A UĞRAMAK

Ya nasip diye bu düşüncelerle yola koyulduk, ama bir aksaklık neticesi Cuma günü aynı perondan hem Saraybosna’ya, hem de Tiran’a giden iki uçaktan Arnavutluk tarafına gidene bindik. Bu aksaklığı açıklasam iyi olacak, çünkü son yıllarda dünyanın sayılı havayolları arasına giren THY, iflâs etmek üzere olan Bosna Hersek Havayollarına 2008 yılında yüzde 49 oranında ortak olmuştu. Geçen yıl da hisse arttırımına giderek borçlarının neredeyse tamamını da ödenmesi sağlamış, ama gel gör ki Bosna Hersek tarafı anlaşmaların hiçbir gereğini yerine getirmemişler. Bizimkiler muhatap bile bulamamış ve kapak bizim başımıza patlamış, yani tam gideceğimiz gün anlaşmayı artık yürütemeyeceğimizi açıklamışız. Zaten 18 Mart itibarıyla sürekli Çanakkale ve İstiklâl Savaşları, bunların destanını yazan Âkif’i hayırla yâd ediyoruz, onun diyarına, doğduğu yer olan Kosova’ya uğrarız diye düşündük, ama Kosova güzergâhta yokmuş. Hem bu seyahat ile “Adriyatik’ten Çin seddine” tabiri bizim için bir slogan olmaktan çıkar, diye düşündüm. Bir de Kayseri İlahiyat ekibinden dostları aynı uçakta görünce keyiflendim, sohbetler ettik. Sonra baktım, onlar Tiran’da kalacaklarmış, biz de aynı rüzgârın farklı bir boyutuyla geldik deyince oradaki okul ve gezi ziyareti olduğunu anladık. Özellikle 28 Şubat sürecinde birçok yaraya merhem olmuş, Anadolu İmam Hatip Lisesi benzeri okullar açılmış, kız çocuklarının önemli kesimi burada başörtüleriyle eğitim görmüştü.

Pasaport kontrolünde uzunca bekledik. Havaalanından ayrılıp, tam otobüse geçeceğiz, bende bir hafiflik olduğunu hissettim. Valizim yok, yahu diye bir seslendim ki, neyse ki kimse duymadı, çünkü ben perona gidip almadım ki. Risâle-i Nur Enstitüsü sekreteri Ahmet Dursun kardeş ile baktık, buldum valizi. Arnavutluk, Enver Hocanın yıllarca dışarı kapattığı ülke… Belli oluyor insanların zorda olduğu. Havaalanında işler çok yavaş yürüyordu, bir arkadaşın hanımı epey bekletildi, ondan önce sıraya giren iki Kuveytli hâlâ bekliyordu, neyse biz toplu geldiğimizi, transit geçeceğimizi anlattık. Ne o Arnavutça mı diye sormayın, Türkçe tabiî ki, görevlilerden biri çok iyi konuşuyor. Yahu bu bölgenin yıllarca Osmanlı yönetiminde olduğunu unutuyoruz hemencecik. Makedonya’da Galiplerin Köyü tamamen Türkçe konuşuyordu, önceden yazmıştım.

Havaalanı civarında evler tek katlı, hemen bir mescide gittik. Cemiyetu Ihyai’l-turasi’l-İslâmi, 1993 yazıyor, Arapça… Orada öğlen namazlarını kıldık, yan tarafta geniş avlulu büyükçe bir evde taziye var, vefat olmuş. Pala bıyıklı emmi ile resimler çektiriyoruz, akrabası 42 yaşında kalp krizinde vefat etmiş, Allah rahmet eylesin. Bunu da buradaki Telekomu Türkler işletiyormuş, orada çalışan çat pat Türkçe bilen kardeşten öğrendik.

Otobüs Tiran içine girmedi, çok vakit kaybı olur ve doğrusu yolu da tam bilmiyorum diyen Makedonyalı Arnavut şoförümüze zorluk çıkarmadık, ama yollar fena. Tek gidiş geliş de bozuk. Bazen karşıdan otobüs gelince durmak zorunda kalınıyor. Gündüz olduğu için çevreyi seyrediyoruz, İşkodra’yı geçtik. İki saat kadar sonra Karadağ, yani Montenegro sınırına geldik. Sırbıstan’dan ayrılan yeni ülke. Burada bir de yol çalışması var ki, yandık ki ne yandık, normalde dört yüz kilometre yol, ama sekiz saat falan sürer dedi muavin arkadaş, bizim arkadaşlar olur mu ya dediklerine pişman oldular, sonra söylerim! Karadağ, Arnavutluk’tan daha iyi gibi, arabaların evlerin modellerinden belli. Ruslar buraya önemli yatırım yapıyormuş. Bizim Karadeniz kıyıları gibi, denize paralel gidiyoruz. Derken küçücük bir ada gördük, tamamı yapılı, sanki bizim Sumela Manastırı gibi, ama daha çok bina. Durduk ve resimler çektik. Aziz Stephan adasıymış, şu anda otelmiş… Ruslar burayı satın almışlar, zaten Sırp-Boşnak savaşında çok etkili olmuş Ruslar, hâlâ da bölgede etkinler. Kırgızistan’da öğrendiğim birkaç Rusça kelime işime yarıyor burada da. Zaten insanlar, günaydın, iyi akşamlar, teşekkürler, lütfen sözcüklerini duyunca kendi dillerinde, tebessüm ediyorlar ve nezaketli bir ortam oluşuyor. Önemli olan da bu değil mi?

Aziz Stephan bölgesinden sonra karanlık çöktü, manzara da bitti, yolculuk az biraz eziyete dönüşmeye başladı, çünkü sekiz saat doldu ve hâlâ yolun yarısına gelemedik. Araba vapuru ile körfez gibi bir yerden karşıya geçtik, bu bir değişiklik yaptı, sonra tekrar yola vurduk kendimizi. Allah’tan Umut Yavuz kardeşin Arapça konuştuğunu duyunca, onunla biraz mukaleme ettik. Velâkin yorgunluk çöktü, uyuyalım bari dedim. Gece yarısına doğru güzel ve temiz bir yerde yemek yiyoruz: Tavuk ve patates kızartması. Tekrar uyuyorum ben, dolayısıyla Hırvatistan sınır kapılarında uyanıyorum, pasaportu uzatıyorum ve bir süre sonra da alıyorum o kadar. Allah’tan otobüsten indirmiyorlar. Aslında gündüz gözüne Hırvatistan’ı görmek isterdim. Çünkü bu bölgede en iyi konumda olan devletmiş, Almanya özellikle koruyup kolluyormuş, orayı bir nevî denize açılan en önemli ikinci kapı gibi görüyormuş. Neyse geçtik, ama görmek nasip olmadı, sabaha karşı 4.30 otele geliyoruz, evet sekiz saate çok diyen arkadaşlar da şokta, sahi kaç saat sürdü bu yolculuk? Odaya yerleşip yatmamız da biraz zaman alıyor, sabah 9.30 hareket diyorlar. Ee Allah’tan arabada uyumuşum, saat yediyi geçerek kalkıp, duş alıp, kahvaltıya iniyorum. Alpaslan Hocamı görüyorum, yahu nerdesin diyor, Tiran üzerinden deyince, keşke biz de gelseydik, görürdük oraları demesin mi? Yok hocam, başka bir sefere sakin sakin gezmek lâzım oraları diye geçiştirdim, çünkü elde olmayan bir husustu bu. Moral bozmamak lâzım.

ULUSLAR ARASI SARAYBOSNA ÜNİVERSİTESİ

Saraybosna yaklaşık 450 bin nüfuslu bir şehirmiş. Yaklaşık diyorum epeyden sayım yapılmamış ve sürekli göç hareketlerinden dolayı sayı bilinemiyor. İç savaş sonrası gidenlerin bazıları geri geliyor, yatırım yapıyormuş, gençler gidiyormuş. İki özel üniversite var, ikisi de Türkiye merkezli vakıflar. Bu üniversitenin yaklaşık bin iki yüz öğrencisi var, beş yıl olmuş açılalı. Sayın Başbakanımız özel olarak ilgileniyormuş buradaki üniversite ile de. Oldukça ferah ve güzel bir binası var, yeni bir tane daha yapılıyor, kız ve erkek yurtları ayrı ayrı. Her an yeniden bir iç savaş çıkabilir ihtimaline karşı, çok güçlü bir sığınak da yapılması durumun kritikliğini gösteriyor.

Bize dâvetiye gönderen hocamızın süresi bitmiş, yeni rektör Özer Beyle tanıştık, İsmail Bey de matematik hocamız, onlar üniversite hakkında bilgi veriyor. Ali Çaksu’yu önceden tanıyorum zaten, felsefeci kardeşimi, ortamın samimiliğini, nezihliğini görünce ülkem adına bir kez daha gurur duyuyorum. Yaz aylarında yoğun talep üzerine İngilizce kursları vereceklermiş, Türkiye’den gelenlere. Çok güçlü bir İngilizce hazırlık varmış, yurtlar da boş olacak ya, değerlendirecekler bu durumu. Kurs, gezi, yatma ve kahvaltı dahil sadece bin Euro. Fazla mı geldi, diyeceksiniz ama bir odalık stüdyo evin elektrik, su, gaz hariç yaklaşık 600 TL olduğunu söylersem ve hayatın da Türkiye’den biraz pahalı olduğunu söylersem, fiyatın makullüğünü anlamak mümkün. İngilizce olarak çok iddialı arkadaşlar. Diğer bölümlerde de öyleyiz, ama İngilizce açısından mecburuz, çünkü eğitim dili İngilizce ve Türkiye’den gelen öğrencilerimizin durumu da malûm deyince, kaliteli eğitimin zorunluluğu da ortaya çıkıyor. Normal bölümler 5 bin 500 Euro, yurt ise 125 euro imiş. Yemek yaklaşık iki lira imiş. Şirin mi şirin bir de mescidi var. Ama hemen üniversitenin yakınında, yarı yıkık bir ev var, kurşun ve şarapnel izleriyle dolu, insanın içi burkuluyor. Mavi kelebelekler dizisinde film gibi seyrediyoruz ya, burada gerçeğini görmek, yol yorgunluğunun da etkisi olsa gerek, burkulmanın ötesine taşıyor insanı. Bunları yarın anlatayım müsaadenizle.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*