Topraktan kopanların acıklı hikâyesi

Doğu veya Batı

altKöyüme her yönelişimde yaşadığım, benim için acıklı olan hikâyenin sizleri de alâkadar edeceğini düşünüyorum.

Yaş ilerledikçe kendisini toprağa daha yakın hissedenlerin de hikâyesi olabilir. Belki de hepimizin ortak hikâyesi.

Yaz mevsiminde Türkiye’yi bir baştan bir başa dolaşanlar bilirler… Babalarımızın kazma kürek ile verimli bir anneye dönüştürdüğü toprağı tekrar dağa dönüştüren torunların ülkesi oldu Türkiye…

Eskiden topraktan biten herşey nimetti… Dane de, meyve de, hayvanî ve hayvanî ürünlerin hepsi de nimetti… Evvelâ bu itikadı, bu düşünceyi unutturdular… Çocukların ellerine tutuşturulan fantazi oyuncaklarla kandırılışı gibi kopardılar bizi… Medeniyetin fanteziyeleri, teknolojinin harikaları o kadar kıymete bindi ki, nimetlerin mânâları güya yer değiştirdi. Eski nimetleri (insan hayatı için olmazsa olmazları) doldurduğumuz buzdolabı, kıymette topraktan gelenlerin ehemmiyetini unutturdu… Teknolojinin eliyle elimize verilen makinacıklar o kadar değerlendi ki; babalarımızın satın almak için varını yoğunu elinden çıkardığı tarlaya ve içindeki ağaçlara dönüp bakamaz hale geldiler… Beton alanlarda gezinen ayakkabılarımızı kirleten topraktan adeta kaçtı bugünün nesilleri. Tembelliğimizin, fantezi hayat tutkumuz ve fıtrattan uzaklaşan bakışlarımız cehaletimize öyle yardım etti ki… Çocuklarımız kimyevî ilâçlarla, fıtratlarına müdahale ve tahrifatlarla yetiştirilmiş meyve ve sebzeleri yüksek fiyatlarla almak için mağazalarda kuyruğa girdiler. Gel gör ki, yaratılışın bizi nasıl cezalandırdığını ve hangi dehşetli tokatlar altında sun’î bir hayata tutunduğumuzu görmemizi cehaletimiz engelledi…

Yaz mevsiminde Anadolu’yu dolaştık… Bereketli bir sene imiş… Ekinler, tarlalar ve bahçeler Rahmanî sofralara dönüşmüşler… Bazen nazenin dallar, taşıyamadıkları yüklerin altından kırılırcasına, belleri bükük halde Rahman’ın misafirlerini bekliyorlardı.

Anadolu’daki misafirler ise henüz görünmemişlerdi ortalarda. Betonlanan şehirlere milyonlarca insan doluşunca, Anadolu’nun sinesi ıssız kalmış gibi… Bu sağlıksız büyümüş devasa yerleşim yerleri ise yeşilden mahrum mezaristanlar gibi… Belki de azıcık tımarhaneye benziyor şehirler ve insanlar… Toprağa arkasını dönen bu kandırılmış topluluklar; tarlalardan da, bahçelerden de, bostanlardan da uzaklaştırılarak milyonlarca kutucuklara ve labirentlere istekleriyle hapsedilmişler… Eyvah ki eyvah!…

Meralar bomboş… Boynunu bükmüş otlaklar… Ve otlaklarda sınıf atlamayı bekleyen çemen ve çayırlar. Yok, yok… Ne bir koyun – keçi ve ne de bir sığır… Ne meleme, ne böğürtü ve ne de kır atların kişnemeleri… Şah İsmail tarumar etseydi Anadolu’yu, yaksaydı ekinleri ve telef etseydi davarları; ancak bu kadar olurdu; Sivas’ta, Uzunyayla’da, Erzincan’da ve Palandöken eteklerinde…

Bahçelerde erik, armut ve elma toplayan dünün çocuğu, mağazadaki raftan Amerikalı bir firmanın katkılı meyve suyu kutularını sepetine dolduruyor. Hatırlayıp hatırlamadığını bilemiyorum. O güzelim hoşafları… Kurutulmuş meyve dilimlerinin süslediği bereketli kış gecelerinin sofralarındaki içecekleri…

Öbür taraftan manda yoğurdunu hatırlatan kutudaki yoğurdu alıyor sepetine… Yoğurdun formatını ayarlayan katkı maddelerinden haberlice… Artık peyniri gramlarla tarttırıyor… Tereyağını ise, belki de et gibi yılda bir veya iki defa… Kilerindeki peynir tulumlarını, koyun keçi derilerine bastırılmış çökelekleri ve ağaç kutularındaki tereyağını mutlaka unutmuştur toprak evde, yalın ayak topraklarda çocukluğunu geçiren dünün çocuğu…. İnsan kıymetten düşüp, madde insanın yerine yükselince dünyevîleştik ve topraktan koptuk.

Metropollerde insaniyeti tadamamış olanlar, bakıştıkları insanı göremiyorlar… Evvelâ üstündeki giysiye, sonra bindiği arabaya, sonra oturduğu eve ve nihayet kulağına dayadığı cep telefonuna… İnsan kaybolunca, elbette toprak da kaybolacaktı. Ve toprağın üstündekiler de… Altında nimet olarak çıkanlar da…

Gel gör ki; cehaletin hipnoz ettiği bu iki ayaklı varlıklar; toprak olmadan yaşayamayacaklarını bilemiyorlar… Çok değer verdiği ve hatta kölesi olduğu “nimetlerin!“ onun hayatında bir dane, bir çekirdek, bir çiçek ve bir meyve kadar kıymetli olamayacağını da bilemiyorlar… Bir yudumuna servetlerin verildiği suyun o topraklar altında dolaştığını, medeniyet fantaziyelerinin temel taşlarının o topraklar altında gizlendiğini bilseydi, toprağa arkasını döner miydi?

Topraktan kopanlar önce hafızalarını ve sonra da değerlerini unuttular… Medeniyet adına kazandıkları ve hatta övündüklerinin, kaybettiği toprağın yanında tartıya gelip gelemeyeceğini öğrenmek için yeni bir felâketi bekliyorlar belki… Hani derler ya; bir musîbet bin nasihata baskın gelirmiş diye…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*