Tunus, Mısır, Libya diktatörlerini sorgularken…

Mısır, Tunus, Yemen ve sâir İslâm ülkelerinin başındaki müstebitlerin mal varlıklarını okumuş, duymuşsunuzdur. Vatandaşlar fakr-u zaruret içinde kıvranırken, onlar dudak uçuklatacak servet ve refah içinde yüzüyor.

Burada İslâm tarihinin ibretlik sayfalarını hatırlamak yerinde olacaktır:

 

Hz. Ömer’in (ra) kendi özel işlerini yürüttüğü zaman, devletin malına el sürmediğini bilmeyenimiz, duymayanımız yok gibi. Gece karanlığında, şahsî işinde çalışıyorsa, milletin malı “aydınlatıcı”yı söndürüp, kendisine ait “aydınlatıcıyı/mumu” kullandığını kaynaklardan okuyoruz. Yine İslâm tarihi kitaplarında, onun akrabalarıyla ilgili, ibret verici şöyle bir hâdisenin cereyan ettiği yer alır:
Hz. Ömer (ra) devlet reisidir. Abdullah ve Ubeydullah isimli oğulları, ordu ile Irak’a giderler. Dönecekleri sırada, Irak valisi Ebu Mûsâ el-Eş’âri, şöyle bir teklifte bulunur: “Mü’minlerin Emîri’ne gönderilmek üzere, Beytü’l-mâle ait bir miktar para var. Ben onu size vereyim. Buradan bazı ihtiyaç maddelerini satın alın. Medîne’de satarsınız. Kârını siz alır, Müslümanların ihtiyaç duyduğu maddeleri de onlara ulaştırmış olursunuz.”
İki kardeş teklifi kabul eder ve söylenenleri yapar. Emâneti Hz. Ömer’e (ra) verirken de, her şeyi olduğu gibi anlatırlar. Hz. Ömer (ra), “Ebû Mûsâ, ordudaki her askere mi, yoksa sadece size mi bu ikrâmı yaptı?” diye sorar. Cevap “Yalnız bize…” şeklindedir. “O halde o, size, Halifenin oğulları olduğunuz için bu teklifi yapmış. Dolayısıyla Hilâfet makamının şahsî menfaat teminine âlet edildiği şüphesini uyandırdı. Bu şaibeli bir durumdur. Yaptığınız kârı da verin, hazineye devredeceğim” der.
Ubeydullah itiraz eder: “Yaptığınız doğru değil. Para ve mal bizim sorumluluğumuzdaydı. Kaybolsaydı veya kâr edemeseydik, şüphesiz bize ödetecektiniz. Borç veren ise, ödünç alandan hiçbir sûrette faydalanamaz…”
Hz. Ömer (ra) oğlunu dinlemez. Milletin malını, milletin hazinesine devreder! Ubeydullah itirazını sürdürür, orada bulunanlardan birisinin şu teklifiyle mesele halledilir:
“Ey Ömer, bu parayı ‘karz’, yâni kârı ortak bir sözleşme kabul etseniz, kârın yarısını Beytü’l-mâle, yarısını parayı çalıştırana bıraksanız nasıl olur?” Ve aynen öyle yapılır.
Ömer bin Abdülaziz halîfe olunca, kendisine saltanat atı getirilir, lâkin ona binmez, mutâd bineğine biner. Saraya gelince, taht hazırlanmıştır, ona da oturmaz, bir minder üzerine oturur. Halka ilk hitâbesinde ise şöyle seslenir: “…Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek. Allah’ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız değilim, sadece sizden biriyim…” (İbni Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ: 5334; Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâmda Çevre Sağlığı, s. 133)
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul surlarına dayandığı zaman, Bizanslılara, “Kardinal şapkası görmektense, Müslüman sarığı görelim daha iyidir” dedirten sır; Osmanlıların merhamete ve adâlete dayanan temiz idare, temiz toplum sergilemeleri değil midir?
Bugün, halk tabakasından kim, devlet başkanından hesap sorabilir veya sormasına müsaade edilir? Ne dersiniz, Tunus, Mısır, Yemen, Libya’nın müstebit ve zengin liderlerini sorgularken, ülkemizdekileri de bir parça sorgulamamız gerekmez mi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*