Türkiye Cumhuriyeti, böyle avukat görmemiştir

Bugün 14 Haziran. Nur’un, Risale-i Nur’un, Nurcuların, Bediüzzaman Said Nursî’nin avukatı rahmetli Bekir Berk Ağabeyin vefatının 21. sene-i devriyesi.

O öyle bir avukattı ki, Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri, hiç öyle bir avukat görmemiştir! O idealist, fedakâr ve fedai, dâvâsının sarsılmaz bir hadimi, hizmetkârı, avukatı idi. Hem de yeri gelince mahpusu idi.

Evet, Risale-i Nur’la müşerref olduktan sonra (1970), daha önce nâmını duyduğum rahmetli Bekir Berk Ağabeyi, Ankara‘da tanımıştım. O, Üstad Hazretlerinin sağlığında, onun vekâletini alarak resmen, “Nur’un avukatı” unvanına nâil olmuştu. Artık o günden itibaren, bütün Nurcuların ‘tescilli avukatı’ydı. Nerede bir Risale-i Nur dâvâsı olsa, onu orada görmeniz mümkündü. Adeta tabiri câizse, bir Hızır gibi, daha doğrusu ismiyle müsemma olarak ‘Berk’ gibi, şimşek gibi, bütün mazlûm ve maznunların imdadına yetişirdi. Nerede bir Nur dâvâsı varsa, hemen oraya adeta uçarak gitmiştir. Meselâ Van’daki bir dâvâdan çıkar, hemen o gün veya ertesi gün, Uşak’taki başka bir dâvâya yetişirdi. Aslında onunla ilgili genel olarak çok şeyler yazılabilir, yazılmıştır da. Maceralı hayatını artık internet vasıtasıyla öğrenmek kolay. 14 Haziran 1992 tarihinde vefat eden rahmetli Bekir Berk Ağabeyi, vefatının 21. yılında biz de, kendi dünyamızda mülâki olduğumuz bir-iki hatırayla yâd edelim istedik.

Zannediyorum, 1972 yılıydı. Ankara’daki Yeni Asya büromuza bakan o zamanki temsilcimiz Ahmed Ergün Bedük (Ekrem Ağabey) ile beraberken, bir gün canı çok sıkkın gelmişti. Biz ne olduğunu sorunca anlattı. Bekir Ağabey’in Ankara’ya geldiğinde hem çalışmalarını yaptığı, hem de istirahat ettiği Yıba (Yıldırım Bayezid) Çarşısında bir bürosu vardı. Ege tarafından bir dâvâdan gelmiş, Anadolu’da başka bir dâvâya gidecek. Fakat çok yorgun ve uykusuz olduğu halde, ona tembih etmiş “Kardeşim, beni falan saatte uyandır!” diye. O da o saatte gitmiş bakmış ki, çok derin uyuyor, zaten uykusuz ve yorgun olduğundan uyandırmaya kıyamamış, biraz daha beklemiş. Fakat Bekir Ağabey uyandığı zaman bunu fark edince, diğer dâvâya yetişememe telâşından ona kızmış  “Kardeşim, sen bu dâvâya ihanet mi ediyorsun, niye beni söylediğim vakitte kaldırmadın?” diye.

O yıllarda Ankara Barosu avukatlarından Emine Aykenar, başını örttüğü için, barodan ihraç edilmişti. Her zaman; başörtüsü mağdurlarının hâmîsi, istinadgâhı ve müdafii olan Yeni Asya, ona da sahip çıkmıştı. Bekir Ağabey de onunla ilgilenmiş, gazetemizde yazı yazması yönünde telkinatı olmuştu. Bir müddet sonra da Yeni Asya’da yazmaya başlamıştı. Bekir Ağabey, yine Ekrem Ağabeye söyleyerek, ondan yazıları alıp, İstanbul’a ulaştırmasını söylemiş, fakat o da bir bahaneyle kendisinin yapamayacağını, benim de aynı mahallede oturmam hasebiyle, o işi yapabileceğimi söylemişti. Ben de hizmete müteallik bir iş olduğundan kabul ettim ve Emine Aykenar’la tanışarak yazı işlerinde yardımcı olup, yazıların da İstanbul’a gitmesini sağlıyorduk. (Tabiî o zamanlar şimdiki gibi internet-bilgisayar gibi vasıtalar olmadığından yazı yazmak ve göndermek kolay değildi.)

Bekir Ağabey yine Ankara’ya geldiği bir gün, Üstad Hazretleri için “Bir ihtiyar vardı” diye, akrostiş olarak bir şiir yazmıştım onu gösterdim, okudu. Bize şevk verici bazı şeyler söyledi.

Zübeyir Ağabey’in rahmetli olmasından sonra, cemaatimizin ittifakının bozulmaması için gayret gösteriyordu. Bir ara Yeni Asya’nın hem genel yayın müdürlüğünü, hem de hukuk müşavirliğini yapmış, bir müddet de başyazarı olmuştu. Ama maalesef derin odaklarca cemaatimize yönelik her zamanki tehâcüm ve fitnelerle tezgâhlanan bir oyunla, Hac için gittiği Suudi Arabistan’dan (zannedersem 1973 senesiydi) bir daha uzun müddet geri dönmedi. Orada da daha sonra Cidde Radyosu’nun Türkçe bölümünde spikerlik yaparak, radyo lisanıyla Risale-i Nur’un ilk defa ilân edilmesine sebep olmuştu.

Suudi Arabistan’a gittikten sonra, sık sık mektuplaşıyorduk. Biz ona radyo yayınlarıyla ilgili görüş ve düşüncelerimizi söylüyor, o da bize izahatta bulunuyordu. Tabiî yayınlarda kullanılacak fazla malzemesi de yoktu. Ben ona, Türkiye’den ilâhi kasetleri yollayabileceğimi söyledim, çok memnun olacağını söyledi ve “Ben de size boş kaset yollarım” dedi. Bu minval üzere mektuplaşmalarımız devam etti. O sıralarda TRT’nin tambur sanatçısı Ahmed Hatipoğlu, ilâhiler besteliyor, hemen hemen ilk sayılan bir şeyler yapıyordu. Tabii şimdiki gibi bol miktarda piyasada ilâhi kasetleri yoktu. Biz de işte onlardan banta kayıt yapar, Bekir Ağabey’e yollardık. Daha sonra Türkiye’ye geldiğinde ziyaret etmek nasip olmamıştı. Cenâb-ı Hak, makamlarını Cennet eylesin inşâallah!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*